Kur'an, akraba evliliğini neden yasaklamaz?

 Halk arasında bilinen yanlış bir bilgi; "Akraba Evliliği zararlıdır!"

Oysa ki, akraba evliliği zararlı değil, risklidir. Her evlilikte olan bu risk, akraba evliliğinde sadece bir kademe yukarıya çıkmaktadır. Üstelik akraba evliliğinin genetik açısından faydaları bile mevcuttur. 


Bilindiği üzere, kur'an; birçok evlilik çeşidini (mesela: ensesti, süt kardeş evliliğini, üvey ebeveynle evliliği vb.) yasakladığı halde, kuzenlerle evliliği yasaklamamıştır. (bkz: Nisa 22-23) din karşıtları ise, bu olayı sanki islamın bir sorunu gibi sunmaktadır. Çünkü yaygın bir yanlış bilgiye göre akraba evliliği zararlı! Şimdi konuya biraz daha kapsamlı bir şekilde değineceğiz inşallah.


Akraba evliliğinin faydasına değinmeden önce riskin ne olduğuna değinelim.


Çocuk, bir Anneden bir de babadan olmak üzere toplamda iki gen almaktadır. Eğer bu iki genin ikisi de sağlıklı ise, çocuk tamamen sağlıklı olmaktadır. Eğer bu iki genden sadece birisinde hastalık varsa (örneğin: babasından aldığı gen zararlı ama annesinden aldığı gen sağlıklı ise) çocuk yine sağlıklı ama hastalığın taşıyıcısı oluyor. Kendi çocuğuna da aktarıyor. Eğer bu iki genin ikisinde de hastalık varsa, çocukta hastalık ortaya çıkıyor. İşte akraba evliliğinin riski de tam olarak burada ortaya çıkıyor. Çünkü akraba evliliği olunca haliyle iki bireyin de aynı zararlı geni taşıma olasılığı artıyor.





Bir örnekle daha iyi anlayabiliriz:

Ahmet ve Ayşe evlendiler diyelim. Ahmette bir genetik hastalık var (ebeveynlerinden sadece birinden aldığı bir zararlı gen üzerine Ahmet taşıyıcı), Ayşede ise böyle bir genetik hastalık yok. Çocuklarında haliyle bir sorun olmayacaktır, çünkü çocukta bu sorunun ortaya çıkması için iki genin ikisinde de bozukluk olması gerekiyor. Ama şimdi Ahmet ve Ayşenin kuzen olduğunu düşünün. Sonuç? İkisi de aynı geni taşıyacağı için çocukta sorun meydana gelecektir.





 İşte bu yüzden akraba evliliği riskli görünüyor. Ama diyelim ki Ahmet ve Ayşe kuzen oldukları halde kendilerinden genetik bir hastalık yok. Yani ikisinin de ortak ebeveynleri sağlıklı, bu durumda Ahmet ve Ayşe her ne kadar kuzen (akraba) olsalar da çocukları sağlıklı oluyor. Çünkü genetikleri sağlıklı.





Olayı anladıysanız, olayın akrabalık ile herhangi bir alakası yoktur, olay tamamen genetik ile alakalıdır. İşte bu yüzden, halk arasındaki "akraba evliliği zararlıdır" düşüncesi tamamen yanlıştır. Akraba evliliği üstte anlatıldığı üzere risk taşımaktadır, normal evliliklerde de risk olduğu gibi (risk %2-3), akraba evliliği bu riski bir kademe yukarıya çıkarmaktadır. (yani %3-4 yapmaktadır.)


Peki genetik faydası?

Akraba evliliği, zararlı genetik varyantların birikmesini engellemektedir. Eğer akraba evliliği tüm dünyada yasaklanmış olsaydı, bu bir problem olabilirdi.


Yazar: Hubeyb Öndeş


Kaynaklar:

https://www.eurekalert.org/pub_releases/2012-04/nesc-wnm042512.php


https://www.businessinsider.com/science-marry-your-cousin-safe-genetics-2018-7


http://centralhospital.com/saglikrehberi/akraba-evliliginin-yol-actigi-durumlar-nelerdir/

Araf 80. Lut kavminden önce eşcinsellik yapanların varken, kur'an neden "sizden önce kimse yapmadı" demektedir?

 


Kur'an'da bir tarihsel hata iddiası:

Araf suresinin 80. Ayetine göre, Lut kavminden önce eşcinsellik yoktu. Fakat yapılan araştırmalar daha öncesinde de eşcinsellik yapan insanların ve hayvanların var olduğunu gösteriyor.


Cevap:

Öncelikle Araf 80. Ayetin Arapça metnine bakalım:

Araf 80.Ayet: 

وَلُوطاً اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ٓ 

"Ve Lut'u da [gönderdik]. Bir vakit, kavmine demişti ki:" 

اَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُمْ بِهَا مِنْ اَحَدٍ مِنَ الْعَالَم۪ينَ

"Siz, âlemlerden kimsenin kendisinde sizi geçmediği o çirkin fiile mi geliyorsunuz?"


Ayetin kilit noktası şu ifadedir: 

"ma sebekakum biha=مَا سَبَقَكُمْ بِهَا " yani "bunda [o çirkin işte] sizin önünüze geçmedi" 

"me sebekakum=ما سبقكم" ifadesinde bulunan "sebeka=سبق" normalde "bir şeyin önüne geçmek" manasındadır. (Kaynaklar için, Aklın yolu kur’an çevirisinin ilgili Ayetteki dipnotuna bakınız). En eski sözlüklerden Lisanu-l Arap, Ragıp isfehani el müfredat ve İbni faris:Mekayısi-l lugat eserleri bu kelime hakkında bu anlamı vermektedir. İsterseniz Arapça metinden kontrol edebilirsiniz:


İbni faris Mekayısi-l lugat 

يَدُلُّ عَلَى التَّقْدِيمِ

Ragıp isfehani

التّقدّم في السّير

Lisanu-l Arap

القُدْمةُ في الجَرْي وفي كل شيء


Yani ayette genel meallerin vermiş olduğu "sizden önce kimse yapmadı bu işi" anlamı yanlıştır. Ayette Lut peygamber "âlemlerden kimse bu işi yapmakta sizin kadar aşırıya gidemedi/sizin önünüze geçemedi" demektedir. Bu durumda, daha önceden eşcinsellik yapanların varlığı, Araf 80. Ayetle çelişmez.




Tarık suresi 5-6-7 ayetleri bilimsel mucize mi? hata mı?

Tarık suresi 5-7 ayetlerinde genel meallere göre ''İnsan, bel ve kaburga kemikleri arasından çıkan sudan (meniden) yaratıldı'' yazmaktadır. Bu meallere göre (dikkat! ''ayete göre'' demiyorum.) sanki bilimsel bir hata varmış gibi görünmektedir. Çünkü meni; kaburga ve bel arasından çıkmaz. Bu bilimsel hata iddiası günümüzde çok popüler olsa da 12. yüzyıllardan beridir tartışılmıştır. [Fahreddin razinin ilgili ayetler hakkındaki tefsirine bakabilirsiniz.] henüz bilimin çok da gelişmiş olmadığı bir dönemde müslümanların bu konuya yeterli bir cevabı olamamıştır. Konuyu fazla uzatmadan cevaba geçelim :)
Ayetin aslında kastettiği olay, kadının rahmindeki ovaryumlarda bulunan foliküllerle alakalıdır.

Öncelikle 6. ayette yapılan bir çeviri hatası, daha doğrusu tevil vardır. Ayetteki ifade şudur:
Hulika min main dafikin=خُلِقَ مِنْ مَٓاءٍ دَافِقٍۙ=hızla atan bir sudan yaratıldı.
Buradaki ''dafikin=دَافِقٍۙ'' kelimesi ismi faildir; ''Hızla atan'' manasındadır. Çevirilier ve tefsirler ise tevil yoluyla bu kelimeye ''Medfuk'' [hızla atılan] şeklinde ismi meful anlamı yüklemiştir. Ama ayette açıkça fail yazmaktadır.
Kadının ovaryumlarında bulunan foliküller içi su dolu balon gibidir. Bu balonlar içlerindeki yumurtayı rahme doğru hızla atmaktadır. Ayetteki ''hızla atma'' olayı bununla bağdaşmaktadır.

''Peki bu olay ''bel ve kaburga kemikleri arasında'' (Tarık 7. ayet) mı gerçekleşir?'' derseniz, yine çeviriyle ilgili bir problem olduğunu göstermem gerekiyor.
7. ayette şöyle yazmaktadır:
Yahrucu min beyni-s sulbi ve-t terarib=يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَٓائِبِۜ=bel ve ''teraib'' arasından çıkıyor.
''Teraib=وَالتَّرَٓائِبِۜ'' kelimesine genellikle ''kaburga kemikleri'' anlamı verilir. Ancak tefsirlerde bu kelimenin ''iki göz, iki bacak, iki el, köprücük kemikleri'' anlamları da mevcut. (Bkz: Kurtubi ve keşf ve-l beyan tarık 5-7 ayetleri)
''tefsirler saçmalamış olamaz mı? bir kelime nasıl bu kadar aykırı anlamlar taşıyabilir ki?'' diyerek haklı bir soru sorabilirsiniz. Kelimenin öz anlamına bakarsak tefsirlerin neden bu anlamları verdiğini anlayabiliriz.
İbni farisin mekayıse-l lugat sözlüğünde ''teraib'' kelimesi için şu açıklama yazmaktadır:
''eleharu teseviye-ş şeyeyn=لْآخَرُ تَسَاوِي الشَّيْئَيْنِ= diğer [anlamı ise] iki şeyin eşitlenmesidir''
yani insan vücüdunda eşit seviyede olan iki şey için ''teraib'' kelimesi kullanılıyor. Bu anlamdan hareketle bu kelimeye bu anlamlar verilmiş. Dolayısıyla 6-7. ayetlerin çevirisi şu şekilde olmalıdır: ''[insan], hızla atan, bel ve bacaklar arasından [rahim boşluğundan] çıkan bir sudan [folikülden] yaratıldı'' kadının rahminin bulunduğu bölge de bu şekilde tarif edilmiş oluyor. Göreceğiniz üzere ayetin bilimsel bir sorunu yoktur.

Tarık suresi 5-7 ayetlerinde genel meallere göre ''İnsan, bel ve kaburga kemikleri arasından çıkan sudan (meniden) yaratıldı'' yazmaktadır. Bu meallere göre (dikkat! ''ayete göre'' demiyorum.) sanki bilimsel bir hata varmış gibi görünmektedir. Çünkü meni; kaburga ve bel arasından çıkmaz. Bu bilimsel hata iddiası günümüzde çok popüler olsa da 12. yüzyıllardan beridir tartışılmıştır. [Fahreddin razinin ilgili ayetler hakkındaki tefsirine bakabilirsiniz.] henüz bilimin çok da gelişmiş olmadığı bir dönemde müslümanların bu konuya yeterli bir cevabı olamamıştır. Konuyu fazla uzatmadan cevaba geçelim :)
Ayetin aslında kastettiği olay, kadının rahmindeki ovaryumlarda bulunan foliküllerle alakalıdır.

Öncelikle 6. ayette yapılan bir çeviri hatası, daha doğrusu tevil vardır. Ayetteki ifade şudur:
Hulika min main dafikin=خُلِقَ مِنْ مَٓاءٍ دَافِقٍۙ=hızla atan bir sudan yaratıldı.
Buradaki ''dafikin=دَافِقٍۙ'' kelimesi ismi faildir; ''Hızla atan'' manasındadır. Çevirilier ve tefsirler ise tevil yoluyla bu kelimeye ''Medfuk'' [hızla atılan] şeklinde ismi meful anlamı yüklemiştir. Ama ayette açıkça fail yazmaktadır.
Kadının ovaryumlarında bulunan foliküller içi su dolu balon gibidir. Bu balonlar içlerindeki yumurtayı rahme doğru hızla atmaktadır. Ayetteki ''hızla atma'' olayı bununla bağdaşmaktadır.

''Peki bu olay ''bel ve kaburga kemikleri arasında'' (Tarık 7. ayet) mı gerçekleşir?'' derseniz, yine çeviriyle ilgili bir problem olduğunu göstermem gerekiyor.
7. ayette şöyle yazmaktadır:
Yahrucu min beyni-s sulbi ve-t terarib=يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَٓائِبِۜ=bel ve ''teraib'' arasından çıkıyor.
''Teraib=وَالتَّرَٓائِبِۜ'' kelimesine genellikle ''kaburga kemikleri'' anlamı verilir. Ancak tefsirlerde bu kelimenin ''iki göz, iki bacak, iki el, köprücük kemikleri'' anlamları da mevcut. (Bkz: Kurtubi ve keşf ve-l beyan tarık 5-7 ayetleri)
''tefsirler saçmalamış olamaz mı? bir kelime nasıl bu kadar aykırı anlamlar taşıyabilir ki?'' diyerek haklı bir soru sorabilirsiniz. Kelimenin öz anlamına bakarsak tefsirlerin neden bu anlamları verdiğini anlayabiliriz.
İbni farisin mekayıse-l lugat sözlüğünde ''teraib'' kelimesi için şu açıklama yazmaktadır:
''eleharu teseviye-ş şeyeyn=لْآخَرُ تَسَاوِي الشَّيْئَيْنِ= diğer [anlamı ise] iki şeyin eşitlenmesidir''
yani insan vücüdunda eşit seviyede olan iki şey için ''teraib'' kelimesi kullanılıyor. Bu anlamdan hareketle bu kelimeye bu anlamlar verilmiş. Dolayısıyla 6-7. ayetlerin çevirisi şu şekilde olmalıdır: ''[insan], hızla atan, bel ve bacaklar arasından [rahim boşluğundan] çıkan bir sudan [folikülden] yaratıldı'' kadının rahminin bulunduğu bölge de bu şekilde tarif edilmiş oluyor. Göreceğiniz üzere ayetin bilimsel bir sorunu yoktur.



Kuranda dünya düz mü? Yuvarlak mı? (tüm sözlük detaylarıyla birlikte burada)



Kur'an'ın herhangi bir ayetinde dünyanın şekli yazmaz. Ancak dünyanın düzenlenmesinden bahsedildiği bir takım ayetlerdeki kelimeler sebebiyle dünyanın düz olduğunu iddia edenler vardır. Bu kelimelerin kur'an'da kullanımı ve sözlükteki anlamıyla dünyanın şeklinden bahsedip bahsetmediğine bakalım: 🙂

🌟 Bakara suresinin 22. Ayette şöyle demektedir: "...yeri sizin için bir 'firaş=فراش' yaptı" [aynı kökten fiil ile zariyat 48. Ayette de geçer]

Bu ayette dünyanın "firaş=فراش" olarak yapıldığı yazmaktadır. Bu kelimeye genellikle "döşek" manası verildiği için okuyucular tarafından "döşek düz olur, o zaman dünyada da döşek gibi dümdüzdür" şeklinde yanlış bir çıkarım yapılmıştır. Oysaki bu kelime sözlüklerde verilen anlamlara göre özetle bir şeyi hazırlamak ve artırmak anlamındadır. (İbni faris:Mekayısi-l lugat: فرش maddesi)
Mesela aynı kök ile if'al babından "efraşe-ş şecaru=وأفرش الشجر" denilir, "Ağaç dallandı" anlamındadır. Tefil babından "ferraşe-z zerau= وفرّش الزرع" denilir, "ekin yayılıp çoğaldı." anlamındadır. (zamahşeri: belegat esası فرش maddesi) bu kelimenin bu ayette hangi anlamda olduğu konusunda sözlük yazarı olan Ragıp isfehani [v. 1108] şunu söyler: "...[Bu ayet] onu [yeri] boyun eğdirdi/alçalttı, üzerinde istikrarın mümkün olmayacağı bir çıkıntı/tümsek yapmadı [anlamındadır]. [ذلّلها ولم يجعلها ناتئة لا يمكن الاستقرار عليها]" sözlük anlamlarından bu kelimenin dünyanın şekliyle alakalı değil de "düzenleme, yaşama elverişli hale getirme" manasında olduğunu görebiliyoruz.

🌟 Rad suresi 3. Ayetinde şöyle demektedir: "O, yeri 'med=مد' edendir" [aynı fiil ile dünyanın ifade edildiği ayetler: kaf 7, Hicr 19]
"med=مد" kelimesi "uzatmak" olarak anlaşılmış ve zihinde sanki düz bir şeyi uzatmak gibi anlaşılmıştır. Oysa ki bu kelimenin düzlükle alakası yoktur. "med=مد" fiili uzatmak manasındadır. Ancak bu uzatma, dümdüz bir şeyi uzatmak manasında değildir. Örneğin Türkçedeki "müddet" kelimesi de buradan gelmiştir. Arapçada "süreyi uzatmak" manasında bu fiil kullanılır. Mesela Meryem 79. Ayette "...kendisine, müddet açısında azaptan (geleni) uzatırız..." denilir. Azabın süresini artırmak manasında bu fiil kullanılmıştır. Bu Ayette, yerin [dünyanın] büyüklüğünün artırıldığı yazmaktadır. Şekliyle alakalı bir durum yoktur. Dolayısıyla ilgili ayeti "O, yeri[n büyüklüğünü] artırandır." olarak çevirmek gerekir.

🌟 Naziat suresinin 30. Ayetinde şöyle demektedir: "bundan sonra onu [yeri] onardı."
"onardı" manasını verdiğim "deha=دحا" fiili için verilen genel anlamlar aşağı yukarı şöyledir: "yerinden gidermek, oynatmak, başka yere taşımak, yaşama elverişli hale getirmek onarmak" (müfredat: دحا, Fahreddin Razi, kurtubi, ilgili ayetler zamahşeri: belegat esası: دحو). anlaşılacağı üzere dünyanın düz veya yuvarlak olmasıyla alakası yok.

🌟 Nuh suresinin 19-20 ayetlerinde şöyle demektedir: "Allah, ondan [yerden] uzak- derin vadi yollarına koyulmanız [gitmeniz] için, yeri [yeryüzünü] sizin için bir bisat=بساط halinde yaptı."

"bisat=بساط" genişçe olan yer manasındadır. (Müfredat: بسط maddesi) bu fiil "[avucunda] tutmak" kelimesinin zıttı olarak [yani açmak manasında] da kullanılır. (Halil b. Ahmet kitabu-l Ayn: بسط maddesi)
Örneğin şura 27. Ayette aynı fiil “rızkı genişletmek/artırmak” manasında, bakara 247, Araf 69, ayetlerinde “güç/kuvvet” manasında, rum 48. Ayette bulutların etrafa yayılması manasında kullanılır. Kısacası bu kelimenin de dünyanın şekliyle alakası yoktur.

🌟 Gaşiye suresinin 20. Ayetinde şöyle demektedir: "Yere [bakıp düşünmüyorlar mı?] nasıl eşitlenmiş?"

"sath=سطح" bir şeyi artırmak (İbni faris:Mekayısi-l lugat : سطح maddesi) ve eşitlemek/düzenlemek (zamahşeri:belegat esası: سطح maddesi) anlamındadır. Yine verilen sözlük anlamına göre düzlükle alakalı değildir. Hemen hemen hepsinin verdiği ortak manaya göre düzenlemek anlamındadır. Mesela Ragıp isfehani [v. 1108] şunu söyler: "[Örneğin] 'mekanı sath ettim' denilir. 'Onu [mekanı] sath [evin üzeri] gibi bir düzenleme içinde yaptım' manasındadır"
İbni manzur [D. 1232, v. 1311] lisanu-l Arap isimli sözlüğünde bu kelimenin "yere yatırmak/uzandırmak" anlamında olduğunu söyler.

🌟 Nebe suresinin 6. Ayetinde şöyle demektedir: "Yeri [yeryüzünü], hiç 'mihad=مهاد' yapmadık mı?" [Taha suresinin 53. Ayette de aynı manaya gelecek şekilde "mehd=مهد" yazmaktadır.]

"mihad=مهاد" ve "mehd=مهد" hazırlanan, basılan mekandır. Aslı, çocuk için hazırlanan [şeydir]. Hazırlamak ve bir şeye kolaylaştırmak anlamına da gelir. (müfredat: مهد maddesi, İbni faris:Mekayısi-l lugat : مهد maddesi). Verilen sözlüklerden anlaşıldığına göre kelime anlamı dünyanın şekliyle alakalı değildir. Sadece yerin düzenlenmesi ve bir bebeğe hazırlanan beşik misali dinlenmeye elverişli hale getirilmesi ile ilgilidir. Örneğin "Ona hazırladıkça hazırladım" (Müddessir 14) ayetinde "hazırladım" manasını veren "mehhedtu=مهدت" fiilidir. Buradan da anlaşılacağı üzere kelimenin şekil ile alakası yoktur. 🙂

🌟Şems suresinin 6. Ayetinde şöyle demektedir: "Yer ve onu 'taha=طها' eden..."
"Taha=طها" fiili için şu anlamlar verilmiştir:
1- [Yeri] sağdan, soldan ve her yanından uzatmak/yaymak.¹
2- [Yeri] kısımlamak/bölmek.²
3- [Yeri] genişletmek.³
Verilen anlamlara göre bu kelimenin de dünyanın şekliyle alakası yoktur.

¹: Zad'ul mesir ilgili ayetin tefsiri.
²: Maverdi ilgili ayetin tefsiri.
³: Fahreddin Razi (Gayb'ın anahtarları) ilgili ayetin tefsiri.

🌟Bir takım ayetlerde "Doğu ve batı" ifadelerinin geçmesi de dünyanın düz olduğuna delil getirilmiştir. Bu iddia da yanlıştır elbette. Çünkü bu mantıkla "İki doğu ve iki batı" (Rahman 17) ve "Doğular ve batılar" (Mearic 40) ayetleri de dünyanın yuvarlak olduğunu gösterirdi! Çünkü düz bir dünyada doğu ve batı tek olmalıdır. En azından ateistlerin kur'an'a nispet ettiği düz dünya modeli için böyle. Arapçada çoğul en az üçtür. Bu durumda "Doğular ve batılar" ifadesi ise dünyanın yuvarlak olduğunu gösterir, çünkü dünyanın bir bölümü için güneşin batışı, başka bir bölümü için güneşin doğuşudur. Bundan dolayı "Doğular ve batılar" ifadesi de dünyanın yuvarlak olduğuna delil getirilebilir.

🌟Kıble meselesi
Kabe'ye secde olayı da dünyanın düz olduğuna delil getirilmiştir. Çünkü bu iddiayı ortaya atanların mantığına (!) göre secde ederken herkes uzay boşluğuna secde ediyor, bu durum da Kabe'ye secde etmeyi emir edenin dünyayı düz sanmasından (!) kaynaklanıyor! Ancak Kur'an'ın bu konudaki ifadeleri de bu iddiayı yalanlıyor. Kıble ayeti olan bakara 149. ve 150. ayetlerinde şöyle denilmektedir: "Nereden çıkarsan çık, yüzünü kutsal ibadethane(mescidi haram) yönüne çevir..."[وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِۜ] özellikle de "şatra=شطر" yani "yönüne" demesinin sebebi de secde eden kimsenin kıbleye tam olarak isabet edemeyeceğinin bilinmesinden dolayıdır. Eğer herkesin kıbleye isabet edeceği düşünülmüş olsaydı "yönüne" demeden "yüzünü kutsal ibadethaneye (mescidi harama) çevir" [فَوَلِّ وَجْهَكَ الْمَسْجِدِ الْحَرَام] denilirdi. Yani kur'an, kimsenin Kabe'ye tam olarak secde edilemeyeceğini biliyor, bu sebeple "yönüne" demiştir. Bundan dolayı kıble olayını da dünyanın şekline delil getirmek mantıksızdır.

🌟Kehf suresinin 86. ve 90. Ayetlerine verilen genel mealler aşağı yukarı şöyledir:
86: "Zülkarneyn nihayet güneşin battığı yere varınca güneşi kara bir balçığa batarken buldu ve onun yanında bir kavim buldu."
90: "Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık."

Bu iki ayetten güneşin dünyada bir pınara battığı, Zülkarneyn'in de bu pınara yani güneşin battığı noktaya ulaştığı, buradan da kur'an'a göre dünyanın düz sanıldığı iddia edilmiştir. Ancak kelime ayrımlarına dikkat edilirse bu ayetten dünyanın düz olduğu sonucuna ulaşılamayacağını anlayabiliriz.
1- Ayetteki "güneşin doğduğu yere" ve "güneşin battığı yere" şeklinde meal edilen "magribeş-şemsi=مغرب الشمس" ve "matliaş-şemsi=مطلع الشمس" ifadeleri ismi mekan olabildiği gibi ismi zaman ve mastar da olabilir. Çünkü arapçada ismi zaman, ismi mekan ve mastar aynı kalıptan yani "mefil=مفعل" kalıbından ifade edilir. Ayetteki de bu kalıptır. Dolayısıyla bu iki ifadeye şu üç anlam da verilebilir:
1- doğduğu zamana, battığı zamana, (ismi zaman)
2- doğduğu yere, battığı yere, (ismi mekan)
3- doğmasına, batmasına, (mastar)
Genel çeviriler ismi mekan kabul ederek çeviri yapmıştır. Oysaki mastar kabul ederek de çeviri yapılabilir - ki, "aklın yolu kur'an meali"nde böyle çeviri yapıldı -. Anlam şu olur: "Sonunda güneşin batışına ulaştığı zaman, " zaten "ulaştı" manasında olan "belega=بلغ" fiili her zaman için bir şeye giderek ulaşmak manasında değildir. Bir süre sonuna ulaşmak manasında da kullanılır. Örneğin bakara suresinin 231. Ayetinde bu fiil kadınların iddet süresinin sonuna ulaşması manasında kullanılmıştır.

2- ayetin özellikle de "Kara bir balçığa batarken buldu" ifadesi kafa karıştırmıştır. Oysa ki kelime ayrımına dikkat edilirse ayetten güneşin gerçekten bir yere battığı sonucu çıkmamaktadır. Çünkü suya gerçek anlamda batma manasında "garake=غرق" fiili kullanılır (müfredat: غرق) Gerçek anlamda bir şeyin ortaya çıkması ve doğması manasında ise "vulide=ولد" ve "bereze=برز" fiilleri kullanılır (müfredat: ولد & برز) ayette ise günlük hayatta kullandığımız "güneş doğdu, güneş battı" manasında olan "talea=طلع" ve "grabe=غرب" fiillerinin mastarları kullanılmıştır. Tabiki bu kelimelerle bizler de güneşin gerçek anlamda doğup battığını kast etmeyiz. Arapçada da böyle. Ayette de olay Zülkarneyn'in gözünden anlatılmaktadır. Bundan dolayı "buldu" [وجد] denilmiştir. Eğer "kanet tagrubu=كنت تغرب" yazsaydı, Zülkarneyn'in gözünden değil gerçek anlamda bir anlatım olurdu, anlamı da "Zülkarneyn oraya ulaştığınds güneş batıyordu." olurdu.

Bu batmayı gerçek anlamda kabul edenler "karanlık sıcak bir çamurlu gözün (deliğin) içine batıyor olarak buldu [gördü]." ifadesinin güneşin kara deliğe batması manasında olduğunu söylemişlerdir. Bu yorumla ilgili sorun İskender türe'nin Zülkarneyn kitabına bakabilirsiniz.

Kur'an'ın tüm bu ifadelerini göz ardı etsek bile mantıksal olarak o dönemde yaşayan sıradan bir insan bile güneşin gerçekten bir yere batmadığını biliyordu. Çünkü o dönemde kabul gören düz dünya modelinde güneş herhangi bir yere batmaz, sadece gözden kaybolurdu.

🌟Göğün çatı olması.
Bazı ayetlerde Göğün bir çatı olduğu anlatılır.
Enbiya suresi 32. Ayet: "Göğü, korunmuş bir çatı (koruyucu) yaptık."
Naziat suresi 28. Ayet: "Onun [göğün] yukarıya doğru kalınlığını/çatısını yükseltti."
Dünyanın düz olduğunu iddia edenler "gök, sanki tavan gibi dümdüzdür. Demekki dünya da düzdür" mantığıyla bu ayetleri de dünyanın şekline bağlamışlardır. Oldukça zorlama bir iddiadır elbette. Çünkü kur'an "çatı" derken, bunun nasıl bir şekle sahip bir çatı olduğundan bahsetmiyor. Mesela "kubbe şeklinde bir çatı olabilir, bu da dünyanın küre olmasıyla çelişmez." denebilir. Eğer bu ayetten Göğün düz olduğu sonucu çıkarılırsa bu durumda evrenin düz olduğunu belirtmiş olur, ki zaten Einstein'ın görelilik kuramına göre evren düzdür.

Bu ayetten de diğer ayetler de olduğu gibi dünyanın şekli çıkmaz. Göğün çatı olması, sadece, dünyayı koruyan bir tabaka olduğunu gösterir, dünyanın düz olduğunu değil.

Hubeyb Öndeş/Aklinyolu.info 



Dağlar depremleri engeller mi? Engellemez mi? (Celal şengör'e cevap)



Genel kur'an meallerinin verdiği anlamlar doğrultusunda bir takım ayetlerde ( Nahl 15, Lokman 10) dağların depremleri önlediği bahsedilir. Celal şengör ise, dağların depremleri önlediğini değil; aksine dağların depremlere sebep olduğunu iddia etmiştir.
Ancak bu bir çarpıtmadır. Çünkü dağlar depremlerin bir sonucudur; sebebi değildir. Çünkü depremler oldukça dağlar meydana gelir. Bilindiği üzere kıtaların çarpışması sonucu depremler meydana gelir ve bu çarpışmalar kıvrımlı-bindirmeli dağlar meydana getirir.¹

Şöyle bir örnekle anlatalım: kolunuz yaralandığı zaman kanayan yerde bir yara kabuğu oluşur. Bu bölge vücudun diğer bölgelerine kıyasla kanamaya daha elverişlidir. Ancak "yara kabuğu, kanamanın sebebidir" demek saçmalamaktır. Çünkü kabuk, zaten yaralanma olduğu için meydana geliyor. Celal şengörün iddiası da buna benzemektedir. Çünkü depremler olduğu için dağlar oluşur.

Peki bu ayetlerde anlatılan olayın bugün ne olduğunu biliyor muyuz? Ona bir bakalım.
Nahl 15 : "[Yer] sizi yalpalıyor diye, yerin içine ağırlıklar attı."
Lokman 10: "[Yer] sizi yalpalıyor diye, yerin içine ağırlıklar attı."  (meal: aklın yolu kuran çevirisi/hubeyb öndeş)

Ayetlerde "ağırlıklar" manasını verdiğim "revasiye=رواسي" kelimesi "resev=رسو" kelimesinin çoğul halidir. Bu kelime "ağırlık" manasındadır.² bu ayetin kasıt ettiği jeolojik olay konusunda iki hipotez sunabiliriz:

1- İki kıtasal litosfer birbiri ile çarpışmakta ve bunun sonucu olarak kıvrımlı-bindirmeli Himalaya tipi sıradağlar meydana gelmektedir (Sawkins ve diğ., 1974 ten; Ketin, 1994 kıtaların kayması ve levha tektoniği ile ilgili pek çok kaynak bu bilgileri doğrulamaktadır.) belkide bu dağların oluşumu sonucunda kıtaların hareketi yavaşlamaktadır. Tıpkı bir diferansiyel gibi hareketi yavaşlatarak sarsıntıyı azaltmaktadır. Bu fikri bir jeolog olan Peter DeCelles da doğrulamaktadır.³
2- Yer altında, gerek kıtaların hareketi gerekse dünyanın dönmesi sebebiyle oluşan bir sarsıntıyı engelleyen bir ağırlık olabilir.


Ayetler zamanla doğrulanmaktadır. Örneğin big bang teorisi keşif edilmemiş olsaydı Enbiya 30.ayeti asla anlamayacaktık. Güneşin hareket ettiği keşif edilmemiş olsaydı yasin 38.ayetin bir bilimsel hata olduğunu düşünecektik. Zamanla bu ayetin neyi kasıt ettiği daha iyi anlaşılacaktır.

Hubeyb öndeş 

¹: Erdem gündoğdu plaka (levha) tektoniği. (erdemgundogdu.weebly.com › ...PDF
PLAKA (LEVHA) TEKTONİĞİ)

²: Örneğin:
"القت السحابة مراسيها
Bulutlar, ağırlıklarını attı" (müfredat : رسو)
yani "yağmur ağırlığını bıraktı" denir. Naziat 32. Ayette "dağları ağırlaştırdı/yerine oturttu (أرساها)" manasında yine bu fiil kullanılır. "yerde bulunan ağırlıklar" denilince, genel olarak dağlar anlaşıldığı için bu kelimeye "dağlar" manası verilmiştir.

³: Peter DeCelles - Mountain and earthquake : https://youtu.be/Sx-c4iJWtSI

Kurandaki gramer hataları (!) iddiasına detaylı cevap. (kuranda gramer hatası yoktur!)

Answring İslam gibi İslam karşıtı yabancı siteler tarafından ortaya atılan, Türk ateistleri tarafından da -çoğunun kendileri bile bu iddiaların doğru olup olmadığı hakkında bilgisi olmadığı halde- paylaştığı "Kurandaki gramer hataları" başlıklı yazıya cevap hazırladım 🙂 daha önceleri cevap veren herhangi bir site veya yazar görmedim. Genellikle "Arapça Lehçe farkları" şeklinde itirazlar yapılmış ama detaylı bir açıklama yapan olmamış. Uzun da olsa, mümkün olduğunca herkesin anlayacağı derecede anlatmaya çalıştım. İyi okumalar 🙂 emeğe saygı amacıyla paylaşırsanız sevinirim.


1. Hata iddiası: maide 69. Ayette geçen "Sabii'ler" kelimesinin i'rab hatası.

Arapçada kelimeler konumuna göre bir i'rab alır. Örneğin çoğul formundaki isimler, özne olarak gelirse "merfu" olur. Sonları "u'ne" [ون ] şeklinde biter. Ama cümlede nesne olarak gelirse, "mensup" olur. Sonları "i'ne"[ين]şeklinde biter. Ancak mensup ve merfu olma durumları bunlarla sınırlı değildir. Kelimelerin başına "inne, enne" [أن إن] şeklindeki "nasb edatları" gelirse, özneler yine "i'ne" [ين] şeklinde yazılır. Konumuz olan maide 69. Ayet, "inne" [إن] nasb edatı ile başladığı için, Ayetteki "Sabii'ler" manasında olan "sabiiUNE=الصَّابِئِينَ" kelimesi, innenin ismi olduğu için "sabi'İNE=صابئين" şeklinde olmalıydı. Nitekim aynı i'rab'da bakara 62 ve hac 17. Ayette "Sabi'İNE=صابئين" şeklinde gelmiştir.

Cevaba gelince: önceden "Ateistlerin kuranda hata bulduklarını sanmalarının tek sebebi bilgisizlik" demiştim. Bu iddia da bunu doğruluyor. Çünkü birazdan anlatacağım üzere dilin diğer özelliklerini bilen birisi, bu şekilde bir iddiayı ortaya atıp "hata bulduk!" demezdi.

Arapçada "takdim ve tehir" yani "öne alma ve erteleme" dediğimiz bir özellik vardır. Mesela Türkçe bir cümle kurarken "Ben, İstanbula gittim" demek yerine "İstanbula gittim ben!" diyerek cümleyi biraz daha vurgulu söyleyebiliriz. Tek yaptığımız şey, özne, yüklem ve nesnenin yerini değiştirmektir. Aynı şekilde arapçada da özne ve nesnenin yeri değiştirilerek, cümleye kuvvetli bir anlam katılabilir. Buna en güzel örnek Tegabun 13. Ayette geçen şu ifadedir:
"ve ale Allahi fe-l yetevekkelil müminun= وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ"
Normalde bu ifade:
"fe-l yetevekkelil müminune ale Allahi= فليتوكل المؤمنون على الله" şeklinde [fiil + fail+ meful kuralına uyarak] olması gerekirdi. Ancak nesne, özne ve yüklem yer değiştirerek ayete "müminler SADECE Allah'a tevekkül etsinler" anlamı katmış oldu. Eğer dediğim şekilde yazsaydı "müminler Allah'a tevekkül etsinler" manasında olurdu.

Bu kuralı anladığımıza göre, maide 69. Ayete dönelim:
Bu ayette de bir "takdim ve tehir" vardır. Ayet pek çok dil bilginine göre şu şekildedir:
"إن الذين آمنوا والذين هادوا من آمن باللّه واليوم الآخر وعمل صالحا فلا خوف عليهم ولا هم يحزنون والصابئون والنصارى كذلك
Kesinlikle, inanmış kimseler ve Yahudiler.. [bunlardan] kim Allah'a ve ahiret gününe inandı ve bilinçli olarak düzeltici işler yapmış ise, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmüyor. Sâbiîler ve Hristiyanlar da bunun gibidir"

"Sabii'ler" kelimesi, özne konumundadır ve inneden bağımsızdır. Bir takdim uygulanarak başa alınmıştır, bundan dolayı merfu olarak "Sabi'une=الصَّابِؤُونَ" şeklinde yazılmıştır. Bu dediklerimi kendin uydurmuş değilim, "sibeveyh, zeccac, zamahşeri, el Halil" gibi pek çok dil bilginine göre ayetin takdiri budur.

Bir başka açıklamaya göre de bu Ayetteki "inne=ان" nasb edatı değildir, "evet" anlamında kullanılmıştır. Örneğin bir şair şunu demiştir:
ويقلن شيب قد علاك وقد كبرت فقلت إنه]
"[kadınlar] 'başın ağardı ve sen yaşlandın' derler. [ben de] evet (İNNEh=انه) dedim.]"
Burada "inne=إن" "evet" anlamında kullanılmıştır. (kurtubi)

2. Hata iddiası: Nisa 162. Ayette, isimlerin hepsi özne [müpteda] olarak merfu yani "u'ne=ون" şeklinde gelirken, "[namazı] kılanlar" manasında olan "mukimİ'NE=مقيمين" ismi mensup olarak gelmiştir.

Yine bilgisizlikten kaynaklı bir hata iddiası. Arapçada bir kelimeye "Özellikle de....bunları kasıt ediyorum" anlamında isim mensup yapılabilir. Sibeveyh, birkaç metinden örnek vererek, ayetin "özellikle de namazı kılanlar" anlamında olduğunu söylemiştir. Bu metinlerden biri şudur:
وكل قوم أطاعوا أمر سيدهم إلا نميرا أطاعت أمر غاويها
الظاعنين ولما يظعنوا أحدا والقائلون لمن دار نخليها
Her bir kavim efendilerinin emrine itaat etti numeyriler müstesna. Onlar en azgınlarının emrine itaat ettiler.
özellikle kimseyi yola bırakmayan o yolcuları kastediyorum
Ver Biz bu yarda kime bırakıp gideceğiz, diyen kimseler" (çeviri ve alıntı: kurtubi)
Örneğin burada "ez zaınİN=الظاعنين" kelimesi mensup gelmiştir. Normalde merfu gelmeliydi. Ama "özellikle, bunları kasıt ediyorum" anlamında mensup gelmiştir. Dolayısıyla ilgili ayette de "özellikle de namazı kılanları kasıt ediyorum" anlamında mensup gelmiştir. (zamahşeri)

3. Hata iddiası: Taha 63. Ayette "in hezeni=إن هذان" ifadesinin, nasb edatı olan tahfif edilmiş "in" sebebiyle "in hezeyni=هذين" şeklinde mensup olması gerekirdi.

Cevap:
Gerekmez, yine arapçada bu şekilde bir kullanım vardır. Örneğin "in zeydun lemuntalikun=إن زيد لمنطلق" [Zeyd, mutlaka gelicidir] denilir. (Zamahşeri: keşşaf) bu ifadede de "in" bulunmaktadır, ilgili Ayetteki gibi tekid lamı ile gelmiştir ama "zeyd" ismi "zeyden" şeklinde mensup gelmek yerine "zeydun" şeklinde gelmiştir. Dolayısıyla bu ayette de gramer sorunu yoktur.

4. Hata iddiası: bakara 177. Ayette geçen "Asıl iyilik, Allah'a... İnanmış, sevdiği malı vermiş... Namazı kılmış...Kimsenin... Söz verdiği zaman sözüne vefa gösterenlerin ve sabır edenlerin [iyiliğidir]..." ifadelerin aslında "inanmış, vermiş, kılmış" şeklinde değil "inanan, veren, kılan" şeklinde geniş zamanlı olması gerekirdi. Bir de "sabır edenler" ifadesi "sabirune=الصابرون" şeklinde olması gerekirken, "sabirine=صابرين" şeklinde yazılmıştır.

İlk iddia geçersizdir. Çünkü bu ayette "
İnanmış, sevdiği malı vermiş, namazı kılmış böylece samimiyetini ispat etmiş bir kimsenin yaptığı iyilik örnek olarak verildiği için geçmiş zaman fiili kullanılmıştır. İllaki geniş zaman fiili kullanılması gerektiğine dair herhangi bir kanıt yoktur. Zaten kur'an'da genel olarak "Ey inananlar!" yerine "Ey inanmış kimseler!" diyerek geçmiş zaman fiili kullanılır. Ayrıca geçmiş zaman fiilinin geniş ve gelecek zaman yerine kullanıldığı pek çok ayet vardır. Mesela Fatır 27. Ayet "Allah'ın gökten bir su indirmiş olduğunu görmedin mi? Ardından onunla çeşitli renklerde ürünler çıkardık" kullanılan kelimeler bu mantığa göre "indiriyor olduğunu...çıkarmaktayız" şeklinde geniş zaman ile kullanılması gerekirdi. Ama dilin yapısı, yerine göre geçmiş zaman fiilinin gelecek yerine kullanıldığını gösteriyor. Ayrıca kıyamet günü olacak olaylar bile pek çok ayette geçmiş zaman fiili "Allah, böyle dedi... Kitap ortaya koyuldu, cehenneme ve cennete sevk edildiler" şeklinde anlatılmıştır. Kontrol edebilirsiniz: (39:68; 75:8,9; 25:30; 7:44-48; 6:128; 20:125,126; 23:112-114)
Mantıksal olarak düşünelim: Dilin bu şekilde bir kullanımı "hata" olsaydı, o dönemki Araplar "hata var" diyerek karşı çıkardı. Ama hatanın aksine, kendilerinin dil kullanımı bu şekilde olduğu için kimse buna takılmış değildir, dil bilginleri bile bu olaya takılmış değildir.


Diğer iddiaya gelince, Ayetteki "sabirine=صابرين" kelimesi "Özellikle de sabır edenleri kasıt ediyorum" anlamında mensup gelmiştir. Buna 2. İddiada cevap verildi.

5. Hata iddiası: Alimran 59. Ayetteki "...Allah, ademi topraktan yarattı, sonra 'ol' dedi o da oldu" ifadesinde bulunan "oldu" ifadesinin geniş zaman fiili aslında geçmiş zaman fiili ile "kane=كان" olması gerekirdi. Ama geniş zaman fiili ile "yekunu=يكون" yazmaktadır. Sanki ayete "'ol' dedi, o da oluveriyor" gibi bir anlam vermektedir.

4. İddiada geçmiş zaman fiilinin gelecek yerine kullanıldığına dair örnekleri vermiştim. Aynı şekilde geçmiş zaman hikayesi de, gelecek zaman fiili ile anlatılabilir.

Mesela bakara 102. Ayette "..me tetlu-ş seyatinu=ما تتلو الشياطين" ifadesi geçer. "tetlu=تتلو" geniş zaman fiilidir. Normalde "me TELETi-ş şeyatinu=ما تلت الشياطين" şeklinde "telet=تلت" yazarak geçmiş zaman fiili kullanılmalıydı. Ama geçmiş zaman hikayesi olduğu için geniş zaman kullanıldı. Cümleye bir nevi "şeytanların okumakta oldukları şeylere.." anlamı katıyor. İlgili ayete de bir nevi "Allah, onu topraktan yaratmıştı, sonra ona 'ol' demişti, o da oluvermişti" anlamı vermektedir. Bu ayetin geçmiş zaman hikayesi olduğu için geniş zaman fiili ile anlatıldığını dil bilgini olan zamahşeri, Nehhas gibi pek çok kişi söylemiştir.

Dolayısıyla bu ayette de bir hata yoktur, iddiada bilgisizlikten kaynaklı bir yanılgı vardır.

6. Hata iddiası: Enbiya 3. Ayette geçen "eserru-n necve ellezine zalemu=وَأَسَرُّوا النَّجْوَى الَّذِينَ ظَلَمُوا" ifadesidir. Fiil cümlesi olduğu için, fail olan "ellezine zalemu =الذين ظلمو" Zikir edilince fiilin tekil olması gerekirdi. Yani ifade "eserra-n necve... =أسر النجوى..." şeklinde olması gerekirdi.

Bu hata (!) iddiasına cevabın daha iyi anlaşılması için, öncelikle hata iddiasına bir örnek verelim. Mesela "öğrenciler [sınıftan] çıktılar" anlamında bir fiil cümlesi kuracak olursak "harece-t tullebu=خرج الطلاب" deriz. Fiili "çıktılar" şeklinde değil "çıktı" şeklinde tekil olarak söyleriz. Çünkü cümlenin faili olan "tullebu=الطلاب" kelimesi Zikir edilmiştir. Fakat cümlede faili Zikir etmemiş olsaydık "haracu=خرجو" şeklinde "çıktılar" derdik, sondaki "و" fail yerine geçerdi.

İddiayı ortaya atan arkadaş, ayetin devamında geçen "ellezine zalemu =الذين ظلمو" ifadesinin fail olduğunu düşünmüş, hâlbuki bu ifade fail değil, bedeldir. Örneğin "evdeki kimseler yani Abdullah oğulları ayrıldılar" manasında "inne-lleziyne fi-d dari intaliku benu Abdullah =إن الذين في الدار انطلقوا بنو عبداللّه" denilir. Burada "intaliku=انطلقوا" fiili çoğul olarak, devamında bahsedilen "benu Abdullah=بنو عبد الله" ifadesi de bedeldir. Cümleye "evdeki kimseler, YANİ Abdullah oğulları" anlamı vermiştir. (kurtubi) bundan dolayı ilgili Ayetteki "ellezine zalemu=الذين ظلمو" ifadesi bedeldir. Sonuç olarak yine gramer hatası yoktur.

7. Hata iddiası: Hac 19. Ayette geçen "hezeni hasmeni ihtesamu fi rabbihim=هَذَانِ خَصْمَانِ اخْتَصَمُوا فِي رَبِّهِمْ" ifadesidir. Buradaki "hezeni hasmeni=هَذَانِ خَصْمَانِ" ifadeleri tesniye yani ikildir. "Bu ikisi, iki davalıdır" anlamındadır. Ancak devamında geçen "ihtesamu =اختصمو" ifadesi tesniye değil cemi yani çoğuldur. Normalde tesniye yani ikil olarak "ihtesama=اختصما" denilmesi gerekirdi.

Cevap:
"hezeni hasmeni =هَذَانِ خَصْمَانِ" ifadesi lafza göredir, "ihtesamu=اختصمو" ifadesi ise manaya göredir. Çünkü "Bu iki davacı" derken, "Bu iki davacı [grup]" manası kasıt edilmiştir. Tesniye, lafza göre gelmiştir. Çoğul olan "davalaştılar" ifadesi ise manaya göre gelmiştir. Benzeri bir kullanım Muhammed 16. Ayette de vardır. "minhum men yestemiu ileyke=منهم من يستمع إليك" yani "Onlardan sana kulak vermiş kimse vardır." ifadesinde geçen "kimse" [من] lafzen tekil ancak mana itibariyle çoğul olduğu için ayetin devamında "hatte ize haracu=حتى إذا خرجو" yani "Nihayet ÇIKTIKLARI zaman" denilmiştir. Hâlbuki buradaki "çıktıkları" ifadesi çoğuldur. Çünkü manaya göre çoğul kullanılmıştır. (zamahşeri) dolayısıyla bunda da bir gramer hatası yoktur.

8. Hata iddiası: Hucurat 9. Ayette geçen "vein taifeteyni min-el müminine ikteatulu, fe eslihu beynehume= وَإِن طَائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اقْتَتَلُوا فَأَصْلِحُوا بَيْنَهما" ifadesinde, "iki grup" ve "ikisinin arasını" ifadeleri tesniye yani ikildir, ama "savaştılar (ise)" ifadesi çoğuldur. Normalde "ikteatela=اقتتلا" şeklinde olması gerekirdi.

Cevap:
Önceki iddiada bunun cevabı zaten verildi. "iki grup" ve "ikisinin arası" ifadeleri lafza göre tesniyedir; "savaştılar" ifadesi ise manaya göre çoğuldur.

9. Hata iddiası: münafıkun 10. Ayette geçen "rabbi levla ehharteniy ile ecelin garibin fe essaddeka ve EKUN minessalihin=رَبِّ لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ فَأَصَّدَّقَ وَأَكُن مِّنَ الصَّالِحِينَ" ifadesindeki "ekun=أكن" ifadesi, öncesinde geçen "fe=ف" 'ye bağlı olduğu için "ekune=اكون" şeklinde olmalıydı. Çünkü bağlamında olan "fe essaddeka =فاصدق" fiili sorunun cevabı olan "fe=ف" ile mensuptur. Dolayısıyla "ekune=اكون" yazmalıydı.

Cevap:
"ekun=أكن" fiili, "essaddeka=أصدق" fiilinin mahaline atıf yapmıştır. Onun mahalli ise, cevap cümlesi olduğu için "ekun=أكن" şeklinde bitmiştir. Normalde cümle "...essaddek ve ekun=أصدق واكن" takdirindedir. Sorunun cevabı olarak gelen "fe=ف" harfi "saddek" fiilini nasb etti, "ekun=أكن" fiili, onun mahaline atıf oldu. Dolayısıyla gramer bakımından doğru bir ayettir.

10. Hata iddiası: Şems 5. Ayetteki "vessemai ve MA benahe=وَالسَّمَاء وَمَا بَنَاهَا" ifadesi normalde "...ve MEN benahe=ومن بناها" şeklinde olmalıydı. Çünkü manası "semaya ve onu yapana yemin olsun" anlamındadır. Yapan Allah olduğuna göre, bilinçli varlıklar için kullanılan "men=من" gelmeliydi ama "ma=ما" gelmiştir.

Cevap:
Buradaki "ma=ما" mastar amaçlıdır yani ayetin anlamı "Onu yapana" değil "Onun yapısına" anlamındadır. (zad'ul mesir) eğer ismi mevsul olarak kabul edersek bile yine sorun çıkmaz. Çünkü "ma=ما", tıpkı "bi=ب" yani "ile" harfinin, gerek kur'an'da gerekse diğer metinlerde "fi=في" yani "içinde" anlamında birbiri yerine kullanılabildiği gibi, "men=من" yerine de kullanılabilir. Nitekim kur'an sadece bu ayette değil, başka ayetlerde de Allah için "ma=ما" kullanmıştır.

11. Hata iddiası:
fussilet 11. Ayet "duman halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yere...dedi. O ikisi de 'isteyerek geldik' dediler"

Bu ayette "dediler" yani "kaleta=قلتا" ifadesi doğru olarak tesniye gelmiştir. Ancak devamındaki "tai'ıyn=طائعين" ifadesi ise çoğul ve eril gelmiştir. Hâlbuki "gök ve yer" eril değil, dişil isimlerdir. Sayı bakımından iki tane oldukları için "tai'ıteyni=طاعئتين" yazması gerekirdi.

Cevap:
"gök" manasında olan "sema=سماء" kelimesi tekil de olsa çoğul yerine de kullanılabilir. (müfredat : سما, kuranda örneği vardır) yani ayet "duman halinde olan GÖKLERE yöneldi" anlamında olabilir. Mana itibariyle çoğul; lafız itibariyle tekil gelmiştir. "ikisi dedi" ifadesi lafız olarak tesniye gelmiştir. "isteyerek geldik" ifadesi mana itibariyle çoğul gelmiştir. Eril formda kullanılması ise, onların şuurlu varlıklar konumuna koyulmalarından dolayıdır. Çünkü "her şuursuz çoğul tek bir dişi hükmündedir" kaidesi gereğince Ayette anlatılan gök ve yerin şuurlu tanıtılmaması gerekirdi. Ama şuurlu kabul edildikleri için eril formda gelmişlerdir. (zamahşeri)

12. Hata iddiası:
Araf 56. Ayet "...Gerçekten, Allah'ın Rahmeti iyilere yakındır."
Buradaki "yakındır" yani "karibun=قريب" kelimesi, erildir. Ama "rahmet-allahi=رحمة الله" kelimesi ise dişidir. Normalde özne ve yüklem arasında cinsiyet uyumu gereğince, "karibetun=قريبة" şeklinde dişil olması gerekirdi. Çünkü "rahmet=رحمة" kelimesi dişildir.

Cevap:
"Rahmet=رحمة" kelimesi, hakiki dişil değildir. Yani "rahm=رحم" şeklinde eril anlamındadır. Hakiki olmadığı için haberi eril gelmiştir. (Zamahşeri:keşşaf) mesela "nisvetun=نسوة" kelimesi "kadınlar" anlamına gelir. Fakat, dişiliği hakiki olmadığı için Yusuf 30. Ayette de eril fiil olan "ka'le=قال" fiili kullanılmıştır.

bir başka ihtimale göre bu kelime mesafe anlamında kullanıldığı için eril gelmiştir. (Ferrâ)

13. Hata iddiası:
Araf 160. Ayet "onları on iki kabileye ayırdık"
Bu Ayetteki "on iki kabile" ifadesinde geçen "kabile" kelimesi "esbaten=اسباطا" şeklinde çoğul gelmiştir. Hâlbuki 10 üzeri sayılar da madud tekil gelir, bu yüzden "sebten=سبطا" şeklinde tekil yazması gerekirdi.

Cevap:
"esbaten=اسباطا" kelimesi madud değildir, bedeldir veya temyiz amaçlıdır. (Beydavi) bir nevi "Onları, yani soyları on ikiye ayırdık" denilmiştir.

Sonuç olarak herhangi bir gramer hatası yoktur.

"Allah niye insanı yarattı? Neden böyle yaptı?" tarzı tercihe dayanan sorular

"Allah insanı niye yarattı? Niye şöyle yaptı? Niye böyle yapmadı? Niye buna gerek duydu?" gibi hepsi de aynı mantığa dayanan yüzlerce soruya kısaca cevap hazırladım. Baştan söyleyeyim "bilinmek için yarattı" tarzı, bir cevap vermeyeceğim 😃 çünkü hatanın büyüğü "neden" aramakta başlıyor. 🙂

Baştan belirteyim: Bir insan, her şeyi sorgulamalıdır. "Allah var mı? Bu evrenin amacı nedir? Hangi din doğru? Yaşanan hangi islam gerçek? İnandığım hükümler İslamda var mı? Yaratılış nasıl gerçekleşiyor? Doğa kanunları nasıl çalışıyor?" tarzı her türlü konuyu sorgulamalı.

Ancak olaylar "2+2 neden 4 ediyor? 5 etse olmaz mıydı? Allah çimleri neden yeşil yarattı? Dünyayı niye yuvarlak yarattı? Atta niye kanat yok? İnsanlarda neden 6 tane el yok?" tarzında yaratıcının tercihine dayalı sorulara geldiği zaman, orada "dur" demek gerekir. 🙂 Çünkü 2+2'nin 4 etmesi, çimlerin yeşil olması, dünyanın yuvarlak yaratılması, yaratıcının tamamen tercihine dayalı olaylar olduğu için neden aranmaz. Bugün Yaratıcının eylemlerine yönelik "Allah niye insanı yarattı? Niye böyle yaptı? Niye şöyle yapmadı? Böyle yapsa daha iyi olmaz mıydı? Niye 6 günde (evrede) evreni yarattı? Neden pat diye bir anda yaratmadı? Melekleri niye yarattı? Zaten gücü melekleri yaratmadan da bir şeyler yapmaya yetiyor, ne gerek vardı?insanları yaratmaya, imtihan etmeye ihtiyacı yoktu, bütün bu olaylara ne gerek var?" gibi pek çok soru, Allah'ın tercihine dayalı olduğu için, neden aramak mantıksızdır. Tercihe dayanan olayların bir "nedeni" olamaz. Nedeni olursa, bu tercih değil; zorunluluk olur. 🙂

 Bir ressama "bu resmi niye böyle yaptın? Şu şekilde yapsaydın?" gibi tercihine yönelik sorular sorulmaz. Kalem de kağıtta onundur, istediği gibi yapabilir. Eğer yaratıcının her eylemine bir neden arayacak olursak, karşımıza şu şekilde bir diyalog çıkmaktadır:

Soru: "Allah niye bunu böyle yaptı?"
Cevap : " Şu nedenden dolayı öyle yaptı"
Soru : "Allah o nedeni yok etmeye gücü yetmiyor muydu?"
Cevap : "Gücü yetiyordu, ama başka bir nedenden dolayı böyle olması gerekiyordu"
Soru "neden öyle olması gerekiyor?Allah o nedeni yok edemez miydi?"

Bu tipte bir diyalog, eninde sonunda "Tercihi böyleydi" olacaktır.
Örneğin bir müslüman "İslamda oruç var mıdır?" diye sorgulayabilir. Evet, oruç gibi İslamdaki emirlerin faydalı olduğunu da öğrenebilir. Mesela Tıp alanında uzman olan Dr. Aidin Sâlih, kanser dahil olmak üzere pek çok hastalığı oruçla tedavi etmektedir. Buradan orucun hikmetini anlayabiliriz. Ancak yinede yaratıcının tercihini sorgulayacak olursak "oruç dışında bir tedavi yöntemi olamaz mı?" sorusu meydana gelir. 🙂

Bundan dolayı yaratıcının tercihine neden aranmaz, nedenler sadece bizi kapsar, ilk neden olan yaratıcıyı değil.
Bu tip sorulara halen bir "neden" aramanın mantıklı olduğunu düşünenlerin şunu düşünmesi gerekmektedir: yaratıcının sonsuz sayıda tercih hakkı olduğunu biliriz. Örneğin bir konuda "A" seçeneğini tercih etse, akla "neden B, C ve diğer seçeneklerini tercih etmedi?" sorusu gelir. Eğer "B" seçeneğini tercih etse "neden A, C ve diğer seçeneklerini tercih etmedi?" sorusu akla gelir. Bu yüzden neden aramak yerine, bunun "tercih" olduğunu bilmek yeterli olacaktır.


Mülk 5, Saffat 6 bilimsel hata iddiasına cevap |şeytanlara atılan yıldızlar? |en yakın gökteki yıldızlar

Mülk 5 ve Saffat 6 ayetlerinde bilimsel hata iddiasına cevap veren müslüman sayfa pek görmedim maalesef. Bu konuda kısaca, kaynaklarıyla birlikte açıklama yapalım.

Konuyla ilgili Videomu izlemek için;
https://youtu.be/VnVLVO_QYuU



Hata iddiaları;
1- yıldızların şeytanlara atıldığını zannediyor 
2- yıldızların en yakın gökte olduğunu zannediyor. 

Öncelikle ayetlere bakalım;
Mülk 5 "en yakın göğü yıldızlarla¹ süsledik. Şeytanlara atış taneleri yaptık"

Saffat 6 "en yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik."

Öncelikle her iki Ayette de, "yarattı yerleştirdi, yaptı" manasında olan "halaka=خلق" veya "ceale=جعل" fiili kullanılmamış; "süsledi" manasında olan "zeyyene=زين" fiili kullanılmıştır. Bu fiilin kullanılması, yıldızların en yakın gökte bulunduğunu değil, en yakın gökte öyle bir görüntü verdiğini gösteriyor. Bunu kur'an üzerinden ispat edebiliriz. 


Örneğin enam 43. Ayette "şeytan onlara yapmakta olduklarını süsledi" denir.

"süsledi" manasında "zeyyene =زين" fiili kullanılmıştır. 
 Halbuki yaptıkları şey güzel değil, şeytan onlara bu eylemi süsledi yani güzel gibi gösterdi. 

Bir benzeri olarak bakara 212. Ayette "dünya hayatı kafirlere süslendi" denir. 

"süslendi" manasında "zuyyine =زين" fiili kullanılmıştır. 
Yine "güzel gösterildi, aslen güzel olmadığı halde onlara süslendi" manasındadır. 
Aynı fiilin mülk 5 ve Saffat 6 ayetlerinde de kullanılması bu tezi doğruluyor. 

Eğer kur'an'ın yazarı, yıldızların en yakın gökte olduğunu zannediyor olsaydı, Nuh 15-16 ayetlerinde kullandığı gibi "ceale =جعل" fiilini kullanırdı. 
İlgili ayetlerde şöyle der :"Allah, yedi göğün içinde ay'ı bir nur yaptı. Güneşi bir ışık kaynağı yaptı" 
Mesela bu Ayette "yaptı, kıldı, seçti" derken "ceale= جعل" fiilini kullanmıştır. 
Bütün bunlar, ilgili ayetlerde yıldızların en yakın gökte bulunduğunu değil; yıldızların öyle bir görüntü verdiğini anlattığını gösteriyor. 

12-13. Yüzyıllarda yaşamış fizikçi, filozof ve müfessir olan Fahreddin Razi, ilgili ayeti aynen bize yakın bir şekilde yorumluyor. "gayb'ın anahtarları" isimli tefsirinde bu ayeti kendi döneminin kozmoloji anlayışına göre özetle şu şekilde yorumlar "

bu ifade, yıldızların en yakın gökte olduğuna delil olmaz. Göğün şeffaf olması nedeniyle yıldızlar ister uzak gökte isterse yakın gökte olsun, en yakın semada görünür." 
(kaynak : Fahreddin Razi, tefsiri kebir, mülk 5) 

Orjinal metin üzerinden kontrol edebilirsiniz;



Mealde iki Ayetin aynı gibi görünmesi sizi şaşırtmasın. Çünkü mülk 5. Ayette "lambalar" mânâsına gelen "mesabih= مصابيح" kelimesi kullanılmıştır. 
Kelimenin "lambalar" manasında olduğuna dair kaynaklara bakabilirsiniz (müfredat : صبح)
Mufredat, Türkçe çeviri (صبح) maddesi ;
Mufredat, orjinal Arapça metni altını çizdiğim kısım ;

Farklı bir sözlük 
Bu kelimeye "yıldız" manasını verenler olsa da, bu kelimenin Nur 35. Ayette "yıldız" manasında olan "kevkeb =كوكب" kelimesiyle birlikte gelmesi, aynı manada olmadığını gösteriyor. Ayete bakabilirsiniz:
"... Nurunun misali içinde bir kandil bulunan bir LAMBAYA. O LAMBA(Misbah =مصباح ) bir cam içindedir. O cam sanki bir YILDIZ gibi..." 

Saffat 6. Ayette ise "yıldızlar/gezegenler" mânâsına gelen "kevakib=كواكب" kelimesi kullanılmıştır. Dikkat edilirse mülk 5. Ayette "lambalar" için şeytanlara atıldığı söylenirken, Saffat 6. Ayette "yıldızlar" için böyle bir şey söylenmiyor. Peki bunun nedeni nedir? 

Yıldız kayması dediğimiz olay da kuyruklu yıldızlardan kopan parçalar atmosfere girerek yanmaya başlar. Atmosferde sanki yıldız kaymış gibi bir görüntü verir. Asırlar önce yaşayan bir insan doğal olarak kayan şeylerin yıldızlar olduğunu zanneder. 

Ancak kur'an özellikle yıldızlar manasında olan "kevakib=كواكب" veya "nucum=نجوم" kelimesini değil, "lambalar" manasında olan "mesabih =مصابيح" kelimesini kullanmıştır. İşte Ayette anlatılan ışıklar da bunlardır.
Bunu destekleyen ayetler de mevcuttur. 

Cin suresi 9 meali "(cin şöyle dedi) Şimdi ise kim gökte duymak istese, bir ateş topu buluyor" örneğin bu Ayette, mülk 5. Ayetteki lambaları, alev hüzmesi olarak açıklamış. 

Rahman 33-35 meali "... Gücünüz yetiyorsa, göklerin ve yerin sınırlarına nüfuz edin... Sonra sizi ALEV kovalar" bu Ayette aynı şekilde açıklamaktadır. 

Sadece kur'an'ın kelime ayrımına bakarak bile bu ayeti sıradan bir insanın yazmadığını ve ayette bir hata olmadığını görüyoruz. Sonuç olarak her iki iddia hata iddiası da geçersizdir. 


Hubeyb Öndeş 
#bir_sorgulayan_muslumanin_gozunden 

"islamı en iyi Araplar ve 1400 yıllık gelenek anlar" iddiasına cevap





"islamı en iyi Araplar ve 1400 yıllık gelenek anlar, Arap olmayan anlamaz"


Evet, bu sözleri hep ateist kesimden duyuyoruz, onlara göre islamı en iyi temsil edenler (ki çoğunun kur'an hakkında bilgisi sadece sağdan soldan derleme birkaç ateist sitesinin yazılarından ibarettir. Ne hikmetse hiç okumadıkları kitap hakkında kimlerin islamı temsil ettiğini bizden daha iyi anlıyorlar (mış).) Araplarmış, 1400 yıllık gelenek miş, Arap olmayan kişilerin (mesela bizim) iddia ettikleri sadece kendilerinin ürettiği şeylermiş. Ondan dolayı, bu reformist kesimi ciddiye almamak gerekiyor muş.


İlk başta çoğu müslümanın ciddiye almadığı bir iddia olsa da, aslında ciddiye almamız gereken bir iddia. Ne de olsa bir kitabın 1400 yıldır tamamen yanlış anlaşıldığını ve 21. Yüzyılda doğru anlaşıldığını iddia etmek bayağı ciddi bir iddiadır. 

Peki şunu soralım:
Gerçekten İslam dini 1400 yıldır hiç mi bizim anlattığımız gibi anlaşılmadı? Yani bugün biz Türklerin anlattığı şekilde islamı anlayıp yorumlayan yaşayan bir gelenek ve bir Arap toplumu hiç mi olmadı? 
Bakalım:

Bugün (ateistlerin gözüyle anlatıyorum) tüm Araplar zina edeni recm ediyorken, 21. Yüzyılda ortaya çıkan bir takım Türk akımı "İslamda recm yoktur" diyor. Peki asırlar önce, dört halife zamanında ortaya çıkan kendilerine "harici" denilen kişiler neden "recm kur'an'da yoktur. Hatta recm Nisa suresinin 25. Ayette 'evli olup zina eden kadınlara uygulanan cezanın yarısı vardır' ifadesiyle çelişki içerir." dediler? Üstelik bunu diyen kişiler 1400 yıllık geleneğin içinde yaşamış ve en önemlisi ARAP olan bir akım. 

Türklerin içinde yine bir grup "cariyelik yoktur, kur'an'da 'cariyelik' diye meal edilen ayetlerin hepsi muhacir kadınları anlatıyor" dedi. Peki Aynı şekilde asırlar önce bir Sahabe olan Ebu Said el hudri, "cariye" diye meal edilen ayetlerden birini, nasıl Mümtehine 10. Ayetle ilişkilendirip "bu ayet muhacir kadınları anlatıyor" dedi? Bunu diyen kişi ARAP ve gelenekten ötesi SAHABE olan peygamberi görmüş, onunla konuşmuş biri! 

Günümüzde yine cariyelik konusuyla ilgili olan bir ayetin, aslen cariyelik değil, "hukuka uygun olarak sahip olunan kişiler" manasında olduğunu söyleyen bir Türk akımı çıktı. Peki, asırlar öncesinden hz. Ömer'in rivayet ettiği bir yorumun da tamamen bu yorumla aynı olmasını ne yapacağız? Herhalde 2. Halife olan hz. Ömer için de "o Arap değildi! O geleneğe bağlı değildi! O islamı anlamıyordu" diyemeyiz :) 


Bu verdiğim örnekler sadece küçük bir bölümdü. Buradan anlaşılıyor ki, bugün Türklerin anladığı İslamda, gelenekte ve Araplarda bazı akımlar tarafından da savunuldu. 

Şimdi diğer soruma geçeyim;

islamı hangi Araplar anlıyor?

 Recm yoktur diyenler mi? Yoksa vardır diyenler mi? 
Bugün baş örtüsü yoktur diyen Araplar mı? Yoksa vardır diyen Araplar mı? 
İslam barış dinidir diyen Araplar mı? Yoksa savaş dinidir diyen Araplar mı? 
Allah gaybı bilir diyen gelenek mi? Yoksa gaybı bilmez diyen gelenek mi? 
Abdest alırken topukları yıkamak gerekli diyen Araplar mı? Yoksa mesh etmek yeter, diyen Araplar mı? 

Soruyorum size hangisi? 
Soruyorum, islamı bizim gibi savunan Araplar anlamıyor da, bugün recm eden Araplar mı anlıyor? İslamı kötü gösterecek ve elinize argüman verecek olanlar mı anlıyor? Hangi Araplar doğru anlıyor? 

Birazcık mantıklı düşünürseniz, islamı pratik üzerinden anlamanın ne kadar saçma olduğunu fark edebilirsiniz. Çünkü her insan, bir pratik demektir. Pratikte islamı arıyorsanız, Ortada birden fazla pratik olduğu için binlerce islam olduğunu kabul etmek zorundasınız. 

Bu durumda, bizim yaşadığımız ve savunduğumuz islamın gerçek islam olmadığını iddia edemezsiniz, biz hiçbir zaman için "bakın pratikte böyledir, islam budur" demeyiz, hep "İslamda bu yazıyor!" deriz. Fakat siz ise binlerce islam arasından en kötüsünü seçerek kendi vicdanınızı rahat ettirmek için "islam budur" dersiniz. 
zaten sizin için nerede en berbat bir görüşü savunan akım varsa, islamı temsil eden o'dur. Çünkü vicdanınızı rahat ettirmek için başka yapacağınız bir şey yoktur. 

#bir_sorgulayan_muslumanin_gozunden 

Ahzab 37. Ayetin mesajı : - bazı - ahlak kurallarını insanlar kendileri yaratır.

Ahzab 37. Ayetin mesajı: - bazı - ahlak kurallarını insanlar kendileri yaratır...


İnsanlar, ahlak kurallarını kendileri yaratıyor. Yarattıkları ahlak kurallarına kendileri bağlı kalıyor. Mesela bir erkek ve bir kız, birbirlerine "kardeşim" diye hitap ediyorlar. Sonra birbirlerine aşık oluyorlar ve evlenmeye karar veriyorlar. Eğer, insanlar bir ahlak kuralı yaratmış ise, bu evliliğe "ensest" gözüyle bakmalıyız. Çünkü ne de olsa onlar kardeştir! Öz kardeşi ile evlilik yapan, ensest yapmış olur.

Fakat, ahlak kurallarını insanların yarattığını anlar ve mantıklı düşünürsek, aralarında kan bağı olmadığı için, bu evliliğe ensest diyemeyiz. Çünkü gerçek anlamda kardeş değiller.

Çoğu ateistin argüman yaptığı, Müslümanların da aklını karıştıran, ahzab 37. Ayetin mesajı da budur. İnsanlar kendi yarattıkları ahlak kurallarına tapıyor. Araplar da "zıhar" dediğimiz bir olay da bununla alakalıdır. Bir erkek, kendi hanımına "sen annemin sırtı gibisin" diyerek, eşini bir nevi annesi sayarak ondan uzaklaşır. Allah da tam bu konuda şunu söyler "Allah, zıhar yapmış olduğunuz kadınları anneniz yapmadı!.. [zıhar yapanlar bilsin ki] Anneleri kendilerini doğuran kişilerdir. Onlar çirkin ve yalan söz konuşuyor.."(mücadele 2 ahzab 4)
Bu iki ayet, üstte dediğim şeylerin özetidir. 🙂 Allah bir nevi "sizin yarattığınız ahlak kuralları, sadece sizin boş sözlerinizden ibarettir, diliniz ile ne kadar 'bu benim annemdir' deseniz de, o sizin anneniz olmaz! Diliniz ile ne kadar 'bu benim evlat edindiğim oğlum!' demiş olsanız da, o sizin öz oğlunuz değil! Kendi yaratmış olduğunuz ahlak kurallarına uymayın!" diyor..

#bir_sorgulayan_muslumanin_gozunden

Ateistlerin "Kurandaki problemler" başlıklı 99 eleştirisine cevap (2. Kısım)

"kurana neden inanmıyoruz?" başlıklı 99 iddiaya cevap verdiğim yazının 2. Bölümüdür. 
46. İddiadan itibaren devam ediyorum.
Lütfen paylaşarak yayalım  
#bir_sorgulayan_muslumanin_gozunden 

47. Allah pek çok ayette beddua ediyor, hatta bazılarında kendi kendine "Allah onları kahretsin" diyor. (Munafikun: 4), (Tevbe: 30)

Allah beddua etmez. Ilgili ayetlerde “Onları kahretsin” şeklinde beddua olarak meal edilen “ka'telehumullah = قاتلهم الله” cümlesidir. Buradaki “ka'tele= قاتل” kelimesi, mufaale (işteş) babından olup karşılıklı bir savaşı anlatır. Tevbe 30. Ayetin önceki kısmında Yahudi ve Hristiyanların, peygamberi Allahın oğlu olarak gördüğünü söyler. Munafikun 4. Ayetin önceki kısmında ise, münafık kimselerin tutumu anlatılır. Bu son ifade ise, bunu yapmalarına karşılık, Allah'ın onlara karşı savaş açtığını haber veriyor

48. Kuran'da kadınlara hitap hiç yok. ???


Arapçada tağlip sanatı vardır. Genelde erkeklere yönelik olan bir ifadeyle kadınları da hitap kapsamına alır. Bunun bir örneğini verelim; 
Tevbe 71 :
“mümin kadınlar ve erkekler birbirlerinin dostlarıdırlar. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar” 

Mesela bu cümledeki “birbirlerinin” mânâsına gelen “badeHUM.. Badin/بعضهم.. بعضٍ” ifadesi tamamen erkek zamiri ile gelmiş bir ifadedir. Ama Görüleceği üzere, ayet kadına ve erkeğe karışık hitap ediyor. Bunun sebebi tağlip sanatıdır. Tağlip sanatını detaylı bir şekilde 64. Maddede de anlatacağım. 

Zaten İşin cehalet boyutuna girmiyorum bile… sıradan bir Arab'a bile “kur'an'da kadına hitap yok” deseniz sadece güler. ☺️
Erkeklere yönelik bir hitap ile her iki cinsiyete hitap ettiği ayet sayısı oldukça fazladır. Mesela “sadece benden korkun, namazı kılın, zekâtı verin secde edin, iyiliği emir edip kötülükten alıkoy, anaya babaya iyilik edin” tarzı ayetlerde emir şekilleri hep erkeklere yönelik gelmiştir. Ama tağlip vardır. 

49. Bazı hayvanları hâkir görüyor ve kafirler için "aşağılık maymunlar" gibi çocukça hakaretler kullanıyor. (Bakara: 65), (Maide: 60)

Hakaret yoktur. sürü psikolojisine sahip bir insana “koyun gibisin” demek, hakaret değil, metafor olur. Nasıl ki çok güçlü bir insana “aslan gibi”, çalışkan bir insana “karınca gibi” diyerek, metafor yapıyorsak, kur'an'daki anlatımlar da bunun gibi bir metafor içerir. herhangi bir şekilde hayvanları hâkir görme veya hakaret etme söz konusu değildir. Dahası, parantez içinde verilen ayetlerin konuyla alakası yok. 
Bakara 65 “(Ey yahudiler) içinizden cumartesi günü (yasağı) hakkında haddi aşanları elbette bildiniz. Onlara ‘kovulmuş maymunlar olun’ dedik.” 
[“kovulmuş= خاس,” kelimesi için bakınız (ed-durul mensur bakara 65)] 
Mesela bu ayette, cumartesi yasağını çiğneyen yahudilerin maymuna dönüştüğü anlatılır. Tıpkı “ol der, hemen olur” ayetinde olduğu gibi, burada da onların maymuna dönüşmesi anlatılıyor. 
Maide 60. yette aynı durum “... Allah'ın maymunlar ve domuzlar yaptığı…” 

50. Muhammed tanrılaştırılıyor. (Ahzab: 56)

Ahzab 56 “Allah ve melekleri Nebi'ye DESTEK olurlar. Ey iman edenler! Siz de ona destek olun” 

Genelde mealler, “Allah ve melekleri peygambere Salat ederler” şeklinde meal edince sanki peygambere tapınma eylemi varmış gibi düşünülüyor. Ancak Salat (الصلاة), kelimesi , “dua, namaz, Rahmet, övgü, bağışlama, takip etme, “gibi manaları gelir. (müfredat : صلى maddesi, lisanul Arab : صلاة,) Salat, Allah'a isnat edilirse “destek, rahmet, övgü" mânâsına gelir. (ıbni arabi ilgili ayeti “destek olurlar” diye yorumlar,) 

51. Bir ayette ganimetlerin tamamı peygamberin diyor, cihatçılar savaşı reddedince "ganimetlerin 5'te 1'i peygamberin" ayeti geliyor. (Enfal: 1-41)

Enfal 1. Ayette "Allaha ve resulüne" denilmesi "hükmün Allah'a ve Resulüne ait olması" demektir.

Mesela tevbe 1. Ayette “bu Allah ve Resulü tarafından bir ültimatom” derken, “islam tarafından verilen bir ültimatom” deniliyor. Allah ve Resulü birbirinden farklı şeyler değil, bir bütün olarak “islam /kur'an” demektir. 
[Resul رسول =mesajı ileten(müfredat : رسل) 
Allah'ın Resulü =Allah'ın mesajını ileten.] 41. Ayette ganimetlerin nasıl dağıtıldığı anlatılıyor ;
Enfal 41.Ayet: ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah´a, Resûlüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. 



Ayetin iniş sebebine gelince;
Şunu belirtmekte fayda var: iniş sebepleri hiçbir zaman için kesin kriter olmamalıdır. Çünkü bir ayetin birden fazla iniş sebebi rivayet edilebilir, kimisinin sahih kabul ettiğini, diğeri sahih kabul etmeyebilir. Bu sebepten dolayı iniş sebebine güvenilmez. 

Bununla birlikte, birçok tefsir tarafından kabul edilen iniş sebebi şudur;
“Ubâde b. es-Sâmit, rivâyetle der ki: elçi, Bedir'e çıktı. Orada düşmanla karşılaştılar. Allah düşmanı hezimete uğrattığı zaman Bir kesim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in etrafını çevirmişlerdi. Bir başka kesim ise karargâhın etrafını dolanmış ve talana koyulmuştu

Ardından askerler arasında tartışma çıktı. ;

Bir kısmı : (ganimet) bizimdir. Çünkü düşmanı takip edenler bizler olduk. Allah bizim vasıtamızla onları uzaklaştırdı ve bozguna uğrattı.

Bir diğer kısmı: bu ganimet bizimdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a düşman ansızın herhangi bir zarar veremesin diye onun etrafını kuşatanlar bizdik. 

Bir başka kısmı : Siz ona bizden daha bir hak sahibi değilsiniz. O bizimdir. Çünkü onun etrafını kuşatan ve onu ele geçirenler bizler olduk.
Diye tartışmaya başladı. 
Bunun üzerine yüce Allah:

"Sana enfali soruyorlar de ki: Enfâl Allah'ın ve Rasûlünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer mü’minler iseniz Allah'a ve Rasûlüne itaat edin" âyetini indirdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da aradan bir devenin iki sağımlığı arasındaki süre kadar bir zaman geçmeden ganimetleri aralarında paylaştırdı. Müsned, V, 324; el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 326.”
(kaynak: kurtubi ilgili ayet  
İlgili Ayette “tamamı sadece resule mahsustur” demediği ve iniş sebebinin, cihat edenlerin itiraz etmesiyle hiçbir alakası olmadığı halde ateistlerin böyle içi boş bir iddiada bulunması ne kadar dürüst olduklarını gösteriyor! 

52. Peygamberin küçük karısı Ayşe'nin zina yapıp yapmadığına dair ayetler var. Entrikalar ve dedikodular da unutulmamış. (Nur: 11-12-13-14-15)
Nur suresi;
 11 : “kesinlikle o ifk'i getirenler, içinizden bir gruptur. Sizin için şer sanmayın, aksine sizin için bir hayırdır. O kişilerin her biri için günahtan kazandığından alacağı vardır. Onlardan Onun (o iftiranın) büyüğünü idare eden kimse için, acı bir azap vardır.”


12: Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, onu duydukları zaman, bir hayır zannederek "bu apaçık bir ifk'tir" demeli değiller miydi? 

13: Dört şahit getirmeli değiller miydi? Madem şahit getiremediler, o halde Allah katında onlar yalancıdır. 

14: Eğer, dünyada ve ahirette Allah'ın ikramı/fazlı olmasaydı, içine daldığınız (şey) yüzünden, mutlaka size acı bir azap dokunurdu. 

 15: Siz hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi dilden dile aldınız, ağzınız ile söylediniz. O, Allah katında büyük bir şey iken siz basit bir şey sanıyorsunuz. 

16: Onu [o olayı] duyduğunuz zaman "bunu [böyle bir olayı] konuşmak bize yakışmaz. Tenzih ederiz, bu büyük bir iftiradır" demeli değil miydiniz?

17: Eğer inanıyorsanız, Allah, bunun benzerine (benzeri bir iftira olayına)asla dönmeyin diye, size vaaz veriyor 

Ayetlerde entrika veya dedikodu anlatılmıyor. Kaldı ki, ayetlerin söylediği tüm şeyler evrensel. 11. yette iftira atanların ceza alacağı, 12. Ayette müminlerin böyle bir haber/dedikodu duyduğu zaman sadece, iyi bir zanda bulunmaları gerektiği, 13. Ayette, namus iftirası atıldığı takdirde dört şahit istemeleri gerektiğini söylüyor. (ki, bunu Nisa 15. Ayette de söyler) 14. Ayette, bu yanlışlarına rağmen Allah'ın affetmiş olduğunu, 15. Ayette, hakkında bilgi sahibi olmadıkları konuda sessiz kalmaları gerektiği, 16. Ayette “bunu söylemek bize yakışmaz” diyerek, sessiz kalmaları gerektiğini 17. Ayette de, yazdıklarımı destekleyerek buradaki uyarının, buna benzer herhangi bir durumda da müminlerin aynı hataya düşmemesi için bir uyarı verildiği yazıyor. 

Kur'an'da her ayet, bir olay üzerine inmiştir. Evrensel olduğu için “Ey falanca, sen bunu yap/yapma” demek yerine “Ey insanlar! Siz böyle yapmayın, bakın böyle yapanların sonucu nasıl oldu!” diyerek evrensel mesaj verir. 
Buradaki EVRENSELLİĞİ görmeyen kişilerin ateist olması normaldir. Ayette eleştiriye açık hiçbir şey yok.

53. Evrim hiç yok. ???
Evrim vardır, ancak bu; tesadüflere dayalı bir evrim değildir. Kur'an, Allah'ın yaratma sanatı olan bir evrimi/aşama aşama yaratmayı anlatır. 
Birkaç örnek;
 Nuh 14 “sizi aşama aşama¹ yaratmıştı²” 

Ankebut 20 “yeryüzünde gezin ve dolaşın da Allahın nasıl yaratmaya başladığına bakın”

İnsan 1 “insan henüz anılacak bir şey değilken, çok uzun bir zaman geçmedi mi?”

Daha pek çok örnek verilebilir. Kur'an'ın savunduğu yaratılış, bir anda olup biten bir yaratılış değil, uzun zaman süren, aşamalar halinde, evrime dayalı bir yaratılış şeklidir.

54. İçki konusunda önce olumlu sonra olumsuz ayet geliyor. (Nahl: 67), (Bakara: 219), (Maide: 90-91)
Önce Olumlu-olumsuz, çelişkili ayetler gelmiyor. 

Nahl 67 “ağaçların meyvelerinden ve üzümlerden bir sekran elde ederseniz “

Bakara 219 “hamr ve kumar hakkında soruyorlar. De ki “ikisinde de insanlara büyük bir günah ve fayda vardır. Günahı daha büyüktür.” 

Maide 90 “hamr, kirlidir, şeytan işidir. Uzaktan durun ki kurtuluşa eresiniz” 

İlk âyette sekran (سكر) derken diğerlerinde hamr (خمر) deniyor. Aynı şeyi (içkiyi) anlatıyor olsalar da, çelişki yok ve birbirlerini reddeden bir tarafı yok. İlki, içkinin nasıl elde edildiğini, ikincisi günahı ve faydası olduğunu, üçüncüsü ise uzak durulması gerektiğini söylüyor. 

55. Yahudi ve hristiyanları dost edinmemeyi emrediyor. (Maide: 51)

Maide 51, Yahudi ve Hristiyanları VELİ edinmeyi yasaklar. Dost değil, 

Mümtehine 7" Olur ki Allah sizinle düşman olduklarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah gücü yetendir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."


Yahudi olsun, ateist olsun, savaş açmadığı sürece iyilik etmeye ve Normal bir dostluk, arkadaşlık yapmaya kur'an müsaade ediyor. 
 Mumtehine 8 "Allah size dini uğrunda saldırı yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adil olanları sever"
Bu ayet, üstteki mantığı yeterince açıklıyor. 

Fussilet 34 "iyilik ile kötülük bir olmaz kötülüğü iyilik ile def et. Bakarsın ki sana düşman olan kişi çok yakın bir dost olur"

Veli edinmeyi yasaklama sebeplerinden biri de şudur;

Alimran 118-119 Ey inananlar! [sizden başkaları] size bir rahatsızlık vermekten geri durmuyor ve sizi sıkıntıya sokacak şeyleri arzu ediyorken Sizden başkasını bir sırdaş edinmeyin. Elbetteki öfkeleri ağızlarından ortaya çıkmıştır. İçlerinde gizliyor oldukları (nefret) ise, en büyüğüdür. Eğer akıl ediyor iseniz, elbetteki ayetleri size açıkladık. Siz öylesiniz ki, onlar sizi sevmiyorken, siz onları seviyorsunuz. Siz, (o) kitabın hepsine inanıyorsunuz, sizinle karşılaştıkları zaman "inandık" dediler. Tek başlarına kalınca da, aşırı öfkeden size karşı parmaklarını ısırdılar. 


Kimlerin veli edilmesi yasaktır? 
 Mümtehine 9 “ Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri veli edinmenizi yasaklar”

Kuranda geçen diğer "yahudiler ve hristiyanlari veli edinmeyin" "kâfirleri dost edinmeyin" ayetleri de Mumtehine 9 ile bağlantılıdır.

Ayrıca Ayette "dost" diye çevrilen kelime "veli" şeklinde geçer.

Veli /dost edinmek onu rehber edinmektir. Tıpkı şu Ayette yazdığı gibi ;

➡ Allah, inananların velisidir , onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.
(Sure No:2 Ayet No :257)

 Sonuç olarak Maide 51. Ayet veli/rehber edinmeyi yasaklıyor. Arkadaş edinmeyi değil.. 

56. Kadınlara "TARLA" diyor. (Bakara: 223)

Kur'an, kadınlara huzur (Rum 21), dost (tevbe 71) ve elbise, de diyor. aynı şekilde erkeğin de kadın için elbise olduğunu söylüyor (bakara 187) bu ifadeler birer metafor içerir. İlk muhatabı için, tarla nedir? Tarla her şey demektir, kültür¹ demektir. Bir insan için en değerli ve önemli olan şey ne ise, kur'an, kadına onun adını veriyor. 

[¹: lisanul Arab : حرث maddesi] 

57. Peygamberler arasında fark olmadığını söyleyen ayet ve Muhammed'in en değerli peygamber olduğunu söyleyen başka bir ayet var. 

Allah katında elçiler/peygamberler birbirlerinden üstün kılınmıştır (bakara 253) ancak, inananlar ayrım yapmazlar (bakara 285) ayetlere bakalım;

Bakara 253- işte! birbirlerinden farklı kıldığımız Elçiler bunlardır. Onlardan Kimisine Allah konuştu. Bazılarını derecelerle yükseltti. 

Burada Allah konuşuyor. 

Bakara 285- (o) Elçi, kendisine Efendisinden indirilene inandı ve inananlar da [inandı]. [onların]¹ her biri, Allah'a, Meleklerine, kitaplarına ve Resullerine inandı. "Elçilerin hiçbirinin arasında ayrım yapmayız" derler

Burada ise peygamber ve müminler konuşuyor. 

Birinde Allah'ın üstün kıldığını diğerinde ise müminlerin ayrım yapmadıklarını yazıyor. Aradaki fark bu kadar belli iken, çelişki olmadığı malumdur. 



58. İyilik ve kötülüğün Allah'tan geldiğini söylüyor, sonra iyilik Allah'tan kötülük senden diyor.

Biraz meal sorunundan kaynaklı bir iddia. 
Nisa 78 -... Kendilerine bir hasene [güzellik] isabet etse “bu Allah'ın katındandır” diyorlar. Eğer bir Seyyiat [kötülük] kendilerine isabet etse “bu senin katındandır” diyorlar. Sen “(onların/güzelliğin ve kötülüğün) her biri Allah'ın Katındandır“de… 

Nisa 79 -... Sana haseneden [güzellikten] isabet eden Allah'tandır ve Seyyiattan[kötülükten] isabet eden sendendir… 

Çelişki olmadığını rahatça görebilirsiniz;
1- ilk ayette “Allah'ın katındandır” [yani “min indillah (من عند الله)”] derken, sonraki ayette ” Allah'tan” [“minallah”] diyor. 
2- ilkinde, onlara isabet eden şeylerden bahsediyor, ikincisinde ise peygambere isabet eden şeylerden bahsediyor. 




59. Uzaya çıkmayı imkansız görüyor. (Rahman: 33)

Aksine, 33. Ayet mümkün olduğunu hatta 35. yette uzaya çıkanların nelerle karşılaşacak olduğunu anlatılıyor. 
Rahman 33. Ayetin son kısmını ateistler gizliyor;

[ille bisultan/ إلا بسلطان] “ancak bir sultan(yetki)ile çıkarsınız” ifadesi geçmekte. İddianın aksine, geçmenin ancak bir sultan ile mümkün olduğu görülüyor. 

35. ayette ise “ikinizin üzerine ateşten gelen bir alev, bakır gibi sarı bir ateş gönderilir. Ardından yardımlaşamazsınız.” der. 


Bu ayette anlatılan şeyler metafor olarak uzaya çıkan kişilerin karşılaştığı radyasyondur. Astronotlar uzaya çıkarken, Van Allen kuşağında güneşten gelen ışınların oluşturduğu bir radyasyon ile karşılaşıyor. Kur'an bu olayı metafor olarak anlatmıştır. 
Sonuç olarak bu ayetler uzaya çıkmanın imkansız olduğunu değil, aksine mümkün olduğunu gösteriyor. 



60. Ay'ı nur kaynağı olarak nitelendiriyor, güneşin ışığını yansıttığını bilmiyor. (Yunus: 5), (Nuh: 16)

Aksine, bu iki ayet Ay'ın, güneşten aldığı ışığı yansıtmada olduğunu kanıtlıyor. İsterseniz, bir Arapça kur'an sözlüğü olan 10. Yüzyılda yazılmış Ragıp isfehaninin sözlüğü el müfredat sözlüğü konuşsun;

Kaynak: Ragıp isfehani el müfredat, T-L-V MADDESİ;

“... ‘Ay ışığını GÜNEŞTEN ALIR VE GÜNEŞ İçin halife konumundadır’ denilmesinden dolayıdır. Yüce Allah'ın, Yunus 5. Ayette, ‘nurlu bir ay’ sözü de bu gerçeğe işaret etmektedir…”

Bir Arap dil alimi bile, bu ayetten bu sonucu çıkardığına göre, iddia geçersizdir. 

Ayrıca farz edelim ki, bu ayetlerde denildiği gibi, Ay'ın bir yansıtıcı değil de, ışık kaynağı olduğu yazıyor olsun. Neyi ispat eder? Geceleyin insanlar için bir ışık kaynağı ay olmuştur. Ay ışığını güneşten alsın veya almasın, sonuçta insanlar için bir ışık kaynağı konumundadır. Ki, aslen böyle olmadığını üstte verdiğim bilgiler doğruluyor. 

61. Büyük patlama ile ilgili hiçbir bilgi geçmiyor. ???

Enbiya 30.  Ayette 
“gökler ve yer birbiri ile bitişik iken ayırdık” denir. Buradaki “gökler ve yer” ifadesi, bir “bütün evren” manasında kullanılır. Örneğin şu ayetlere bakalım;

24/35 "Allah 'göklerin ve yerin' nûrudur.."
2/116 "... göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur.."
7/54 "... Gökleri ve yeri altı evrede yaratan... "
(örnekler çoğaltılabilir)
Bu deyimin kullanıldığı ayetlere baktığımızda "gökler ve yer" deyiminin "bütün evren" manasında olduğunu görebiliriz.
 Bu durumda ayetin "bütün evren birbiri ile bitişik iken ayırdık" manasında olduğunu görebiliriz. 
Evrenin tekillikten gelmesi/ big bang olayında da, bütün evren madde birbiri ile bitişik iken, birbirinden ayrılıyor.

62. Köleyle hür bir tutulur mu, diye insanları ayrıştırıyor. (Nahl: 75)
Nisa 25 ".. hür ve köle .. Hepiniz BİRBİRİNİZDENSİNİZ.. ."
Ayette hür ve köle kadınlar ile evlilikten bahsedip devamında "hepiniz BİRBİRİNİZDENSİNİZ" diyerek, her iki tarafın da insanlık bakımından eşit olduğu söylenir. 🙂

Ateistler sıklıkla tez olarak getirerek, kur'an'ın ayrımcılık yaptığını iddia ettiği ayete bakalım;
Nahl 75. "Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Bunlar eşit olurlar mı? Doğrusu hamd Allah´a mahsustur. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler."

Bir örnekle açıklayalım;
Siz eşitliği savunan birisi olarak bir şirkete gidiyorsunuz;
Şirkette patrona "hiç işçi ile patron bir olur mu?" diyorsunuz.
Bu sizin insanlar arasında ayrım yaptığınızı mı gösterir? Yoksa bulunduğunuz ortamda, kişilerin sahip olduğu imkanın farklılığından mı bahsettiğinizi gösterir? Tabiki ayrım yaptığınızı değil, imkan farklılığından bahsettiğinizi gösterir. 🙂 Kur'an insanlık bakımından köle ve hür arasında bir ayrım yapmamıştır (Nisa 25 de açıkladığım gibi) Nahl 75. yette bulunduğu ortamın şartlarına göre insanlar için bir örnek vermiştir..
O ortamın şartlarında, "...hiçbir şeye gücü yetmeyen köle..." birisi ile "...malından gizli ve açık olarak harcayan..." birisi eşit değildi.

Ayrıca şunu da belirtmek isterim ;
Ayette “köle” diye çevrilen kelime (عبد) kökünden gelir. Aynı kelime, kuranda “kul” mânâsına da gelir. Kelime kul manasında olarak ayete şu meal verilebilir ;
“hiçbir şeye güç yetmeyen başkasının KULU OLMUŞ/müşrik olmuş biriyle, hür biri eşit olur mu?”
Yani, Allah'tan başkasına köle/kul olarak şirk koşan biriyle, kimseye kul olmayıp sadece Allah'a kul olmuş biri eşit olur mu? Manasındadır.

63. Konuşan karınca, ejderha, vs masalsı anlatımları var. (Neml: 18), (Araf: 107)
Hayvanlar arasında iletişim olduğu, bilhassa karıncaların kendi aralarında bir çeşit iletişimi olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. 
(Kaynak: Bert Holldobler & Edward O. Wilson (1990) “The Ants”) 
Durum bu iken, nasıl “masal” diyoruz? Ayrıca mucizevi olaylar var diye, 1400 yıl öncesinden kozmoloji doğa ve yaratılış hakkında o kadar çok konuşup bulunduğu çağın yüzlerce yanlış bilgisine rağmen günümüz bilimine zıt herhangi bir ayeti olmayan aksine isabetli ve bağdaşabilen ayetleri olan bir kitap olarak bize mucize sunan bir kitabın (kur'an'ın) masal olduğunu iddia etmek mantık hatasıdır. Eğer, kitabın kendisini ispatlayan kanıtları olmasaydı, mucizevi olaylar olsun olmasın, yine inanmamak için bir kanıt teşkil etmezdi. 


Araf 107.Ayet: فَاَلْقٰى عَصَاهُ فَاِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُب۪ينٌۚ
[Ardından, sopasını attı, birden o, apaçık bir Dev yılan¹ (oldu)] 

, buradaki “su'ben =ثعبان kelimesi, uzun, devasa bir yılan mânâsına gelir.”(mütercim asım : el kamus'ul muhiyt) 
Yani masallarda anlatıldığı gibi bir ejderha değil, farklı bir yılan türüdür. 


64. İblis için bir ayette melek, diğerinde cin diyor. (Kehf: 50), (Bakara: 34) 

Bakara 34. Ayette “meleklere ‘ademe secde edin’ dedik, iblis hariç secde ettiler”
Arapçada tağlip sanatı vardır.
Tağlib’in sözlük manası: dil mevzuatında delaletleri arasında benzerlik ve münasebet bulunan iki lafızdan birini diğerine tercih etmektir ( kaynak :İbrahim Mustafa ve arkadaşları, el-Mu’cemu’l-vasit, (ğ-l-b) maddesi, Çağrı yayınları, İstanbul,1989, II, 657- 658)

 Mesela:
Ömer ile Ebubekir için: عمر+ أبو بكر = العمران (el-Ömerân) denmesi.
Burada Ömer ve Ebubekir kelimelerinin delaletleri arasında lafız ve mana bakımından benzerlik ve münasebet söz konusudur. Ömer lafzının telaffuzdaki kolaylığı Ebubekir’e tercih ve tağlib sebebi olmuştur.
ez-Zerkeşi ise tağlibi; “bir şeye diğerinin hükmünü vermek” diye tarif etmiştir .
Baba ile Anne’ye الأب + الأم = الأبوان (el-Ebevân) denildiği gibi.
Bu örnekte de anne kelimesinin hükmü baba kelimesine verilmek süretiyle el-Eb kelimesi tağlib olarak gelmiştir.”

Bakara 34. Ayette de bu şekilde bir tağlip sanatı uygulanıyor, iblisin meleklerin arasında bir tek cin olması sebebiyle, tağlip uygulanmıştır. (zamahşeri/keşşaf tefsiri bakara 34. Ayet)

Sonuç olarak kehf 50. Ayetle bakara 34. Ayet arasında bir çelişki yoktur.

65. Mahşerde Allah şefaat etmez diyen ayet de var, eder diyen de. (Bakara: 48), (Zuhruf: 86), (Necm: 26), (Zümer: 43)
İlgili ayetlerin hiçbirinde “Allah şefaat etmez” demiyor. Ayetler özetle, Allah'ın izin verdiği hariç hiçbir kimsenin şefaat etme hakkının olmadığını söylüyor. Ancak Allah'ın izin verdiği kişilerin şefaati elde edeceğini söylüyor. 
Denilen ayetlerin özeti şudur;
Zümer 43-44 “onlar Allah'tan başka şefaatçi mi tutuyorlar?... De ki: şefaat tamamen Allah'a aittir.”

66. Hayvan, bitki, coğrafi şekil ve besinler Ortadoğu’ya özgü. ???
Kur'an'ın hitap şekli tarihsel olduğu için örnekler o döneme göre verilmek zorundadır. Kur'an, bitkiler olsun hayvanlar olsun, genelde o bölgeye özgü olanları örnek veriyor. Mesela “bakmıyorlar mı o deveye?” der. Doğal olarak ilk muhatabına en yakın olan örneği ibret olarak vermesi gerekir. Herhalde “bakmıyorlar mı o penguenlerin nasıl yaratıldığına?” diyemez. Çünkü amacı muhatabına, Allah'ın sanatını göstermek, ibret vermektir. Kendisine en uzak olan hayvanı örnek veremez. 

Tabi buradan “kur'an'ın yazarı, sadece gördüğü şeyleri yazmış, görmediği şeyleri yazmamış” sonucuna ulaşmaya çalışan ateistlerin gözden kaçırdığı nokta var;
Mesela o bölgede adım başı akrep varken, kur'an hiçbir Ayette akrepten bahsetmiyor. Bildiği şeyleri neden yazmadı o halde? Ayrıca o dönem insanının yanlış bileceği çoğu şeyi kur'an doğru bir şekilde anlatıyor. Örnekler;
Yasin 38, 40, şems 1-2 ayetlerinde doğru güneş modeli ;

Bulunduğu dönemin kabul ve iddia ettiği ;
1- güneş merkezli evren ; güneş sabit gezegenler güneşin etrafında dönüyor
2- dünya merkezli evren ; dünya sabit gezegenler dünyanın etrafında dönüyor
3- insan gözüyle görünen ; güneş ve Ay'ın dünyanın etrafında kovalıyor
Modelleri vardı. Hepside yanlış!

➡ Yasin 38 : güneş karar bulacağı yere doğru akıp gidiyor

[bilimsel olarak , güneş samanyolu Galaksisi'nin merkezi etrafında bir yörüngede hareket eder]
1. Modelde güneş hareket etmez.



➡ şems 1-2 "... Güneşi takip ettiği zaman ay'a"
[ay güneşi takip eder. Ama güneş ay'ı takip etmez. Zaten kuranda hiçbir Ayette güneşin ay'ı takip ettiği yazmaz]
2. Modelde Ay'ın güneşi takip etmesi diye bir şey yoktur.

➡ Yasin 40 :güneşin ay'a erişmesi beklenemez, gece gündüzün önüne geçemez, hepsi AYRI BİRER felekde yüzerler..
[bilimsel olarak ; bütün gezegenler ayrı birer felekde hareket eder]
3. Modelde ; gezegenler AYRI BİRER felekde değil, aynı felekde hareket ederler

Kur'an yanlış modele aykırı konuşuyor, bugün bilinen gerçek modele tamamen uyumlu. Güneş sabit değil, uzayda akıp gidiyor(Yasin 38), güneş, ay ve diğer gezegenler kendi yörüngesinde hareket ediyor, ay güneşi takip ediyor (şems 1-3) 

Haricen;
Neml 88 “sen dağları yerinde durur sanırsın, halbuki onlar bulutlar gibi hareket ediyor. Bu Allah'ın sanatıdır” 
Dağlar, yerinde sabit duruyor sanıldığı bir zamanda, kur'an dağların hareket ettiğini söylüyor. Tabi diğer ayetlerde dağların yere (dünyaya) sabit olduğunu söylediğini de (Naziat 30-33) dikkate alırsak, yere sabit dağların hareketi, yerin (dünyanın) hareket ettiğini gösterir. Özellikle âyette “sen öyle sanarsın” diyerek peygamberin bile insan olarak yanlış bildiğini ve doğrusunu söylüyor. Kısacası buradan ateistlere yine ekmek çıkmıyor ☺️ 

Ayrıca, “şu kitap sadece bulunduğu bölgenin insanlarının gördüğü şeylerden bahsediyor” diye kitabı inkar etmenin mantığı nedir? Kitabın “ben var olan her şeyden bahsetmek için gönderildim” gibi bir iddiası yokken, bu nasıl bir argüman olabilir? 

67. Bir ayette vasiyet şart, diğerinde değil. (Bakara: 180), 

İlgili ayete bakalım;
Bakara 180.Ayet: Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah´tan korkanlar üzerine bir borçtur.

Hangi ayette vasiyet etmenin şart olmadığı yazıyor acaba? Ateistler bir şey iddia ederken kaynaksız konuşmayı çok seviyor maalesef!

68. Allah, Muhammed'e salat ediyor. (Ahzab: 56)

Ahzab 56 “Allah ve melekleri Nebi'ye DESTEK olurlar. Ey iman edenler! Siz de ona destek olun” 

 Salat (الصلاة), kelimesi , “dua, namaz, Rahmet, övgü, bağışlama, takip etme, “gibi manaları gelir. (müfredat : صلى maddesi, lisanul Arab : صلاة,) Salat, Allah'a isnat edilirse “destek, rahmet, övgü" mânâsına gelir. ıbni arabi ilgili ayeti “destek olurlar” diye yorumlar, 
Ayrıca bu peygambere mahsus değil, ahzab 43. yette Allah'ın, inananlara da Salat ettiği [destek olduğu,] yazar.

69. Kıble önce Kudüs'ken Yahudiler itiraz ettikten sonra Kabe oluyor. (Bakara: 144)

Yahudilerin itirazı ile alakası yoktur. Şu Ayete bakalım;
Bakara 143- Sizi insanlara şahitler olasınız, Elçi (resul) de size bir şahit olsun diye, böyle orta bir toplum yaptık. Eskiden Üzerine bulunduğun kıbleyi [yönü] ancak, topukları üzeri geriye dönen kimselerden, Elçiye [Resule] bağlı kalan kimseleri, bilmek için yaptık. Bu büyük [zor] bir olaydan başka bir şey değildir. Ancak kendisine Allah'ın hidayet [doğru yol] gösterdiği kimseler hariç, [onlara zor gelmez]. Allah, inancınızı zayi edecek değildir. Kesinlikle Allah, merhametlidir, Rahimdir. 

Ayet, kıble değişikliğinin sadece inananları ortaya çıkarmak için yapılan bir imtihan olduğunu söylüyor. Yani, inandığını iddia edenler, sözde değil özde inanıyor ise, inançlarını eylemleri ile doğrulaması gerekiyor. Ayet bunu net bir biçimde ifade etmiştir.

 70. Cehennemde Ebu Cehil'e düello teklif ediliyor. (Alak: 13-19)

Alak 13-19 “yalanlayan o kimseyi gördün mü?.. Yalancı günahkar alnından alacağız… davet edeceklerini davet etsin, biz de zebaniler davet edeceğiz”
Burada düello teklifi yoktur, Allah bir insan seviyesinde mi ki düello teklif etsin? Aksine küçümseyip “gücünün yettiğini, kendisine güvendiğini davet etsin ve görsün kendisini azaptan kurtaracak mı?” şeklinde bir gözdağı veriliyor. Eleştirilecek nokta, ateistlerin her şeyi eleştiriye açık bulmasıdır.


71. Rahman suresinin 31 ayeti plak takılmış gibi aynı cümleyi yazıyor. (Özellikle bakınız..)
Edebiyat bilmek de önemli tabiki, aksi takdirde bir şairin sadece tebessüm edeceği türden bir eleştiri yaparsınız… buna “tekrir sanatı” denir. Arapça pek çok şiirde bu sanat uygulanır. Aynı cümle, bu sanatı uygulamak için tek şiir içinde defalarca kez tekrar edilir. Edebiyatçı hiçbir insan “bozuk plak gibi aynı şeyi tekrar ediyor” demez. Kur'an, indiği dönemde şairlere edebiyatı ile meydan okuduğu için, her türlü söz sanatını uyguluyor. Bunu eleştiren insanların en azından Google'a “tekrir sanatı nedir?” diye yazmasını rica ediyorum. 



72. Her şeyi bilen Allah kıyamet saatini meleklerden öğreniyor

Şu ayeti kastediyor;
Fussilet 47- kıyametin bilgisi, yalnız ona geri çevrilir. 

Burada kıyametin bilgisinin Allah'a mahsus olduğu yazıyor. Sonradan meleklerin bu bilgiyi Allah'a ulaştırdığı yazmıyor. Zaten hemen hemen hiçbir Arabın bu ayeti iddia edildiği şekilde anlamıyor oluşu (bkz: kadı beydavi, nesefi, kurtubi, ez zad'ul mesir, ilgili ayet) da, beni destekler. Bir kitabı anlamak için, bir kelimeden ilk muhatabın ne anladığı önemlidir. Bu sebeple eskiye bakılır, yeniye değil. 

ayrıca farz edelim ki, böyle bir olay olsun. Buna benzer birkaç olay mevcut kur'an'da. Mesela: ;

Bakara 30-31. Ayetlerinde , Allah'ın meleklerle bir diyaloğu anlatılır. Meleklere, bir halife yapacağını söyler, Melekler soru sorunca, ademe öğrettiği bilginin, Meleklerin bilmediğini bildiği halde “hadi bana haber verin!” der. Buradaki maksat, Allah'ın durumu bilmiyor oluşu değil, onları bu olaya şahit etmektir. 

Tıpkı, haber hakkında bilgisi olan bir kralın, emrinin altındaki askerlerden, sırf onları şahit etmek için haber sorması gibi… Allah'ın bir olaydan yana elçilerinden haber sorması da, kendisinin öğrenmesi maksatlı değil, sorduğu kişilerin olaya şahit olması içindir. 

Örneğin, kur'an'ın anlatımı üzerine, Allah bizim ne yapacağımızı biliyor. Buna rağmen bizi imtihan ediyor. İmtihan etmesi ile bilmesi birbiriyle çelişkili değildir. İmtihandan maksat, iradenin açığa çıkması, bizim kendimizin şahit olmamızdır. Allah'ın bilmesi değildir. 

Türkçe örnek vermek gerekirse, bir suçluya, suçunun ne olduğunu bildiğimiz halde, kendisini şahit etmek ve hatasını göstermek amacıyla “ne yaptın?” diye sormamız, bizim bilmediğimizi göstermez. 

Veya birine hediye verirken, hediye kutusunun içinde ne olduğunu bildiğimiz halde “aç bakalım içinde ne varmış?” diye sormamız gibidir. Halbuki hediyeyi biz hazırladığımız için, içinde ne olduğunu biliyoruz. Bilmediğimiz için değil, muhatabı şahit etmek ve teşvik etmek için soruyoruz. 

73. Cennette kadınlar için vadedilen hiçbir şey yok. ???
Bakalım;
Alimran 195: “Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah; karşılığın güzeli O´nun katındadır.”

Nahl suresi 97: “erkek veya kadın, kim mümin olarak iyi iş işlerse, elbette ona hoş bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.”

Ahzab Suresi, 35: Şüphesiz, Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, gönülden (Allah’a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah’a) itaat eden kadınlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah’tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah’tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çokça zikreden erkekler ve (Allah’ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır.

Ahzab Suresi, 73: Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azaplandıracak; mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Hadid Suresi, 12: O gün, mü’min erkekler ile mü’min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. “Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir.” İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur.

Kur'an'da Özel olarak kadının zikir edilmediği her ayet kadın ve erkek karışık olarak ikisine de hitap eder. Bu sebeple “onlara cennetler vardır, istedikleri her şey vardır” gibi ayetlerin hepsi kadınlara da vaad ediyor.


74. Hayvanları yük taşıma, öldürüp yeme ve ulaşım aracı olarak görüyor, evrimden alakasız.

bu konunun “problem” olacak bir yanı yoktur. Kur'an'ın amacının “var olan her şeyin her görevini ve amacını bildirmek” değildir. Kur'an'ın muhatabı insandır, bu sebeple insana, hayvanların görevlerini anlatacak değildir. Bazı ayetlerde, bir takım hayvanların (mesela arı) görevlerini, bize ibret olsun diye anlatır. 

75. Bazı ayetler daha Muhammed zamanında hükmünü yitiriyor ama hala duruyor.

Kur'an, ibrahim'in evine gelen misafirlerin yanında eşinin ve kendisinin tutumunu, aynı şekilde, Lut'un tutumunu, diğer peygamberlerin herhangi bir olay karşısında tutumunu, bize anlatır. Bu ayetlere karşı “hükmünü yitiriyor, şu an İbrahim yok o halde bu ayetler hükümsüz” demek saçmadır. Çünkü bu ayetler de bize ders verilir. 
Mesela en çok eleştiri yapılan ayetlerden biri ahzab 53. Ayettir. yette “peygamberin evine vakitsiz gitmeyin, yemeğinizi yiyince dağılın, bu durum peygambere eziyet etmekte, o bunu söylemekten çekiniyor, eşlerinden bir şey isteyeceğiniz zaman perde arkasından isteyin” yazar. Bu ayetlere karşılık “peygamber yok, onun evi yok, eşi yok, o halde hükümsüzdür “demek saçmadır. Çünkü âyette misafirlik adabı anlatılır. Misafirlere bir edep ahlak dersi olarak Vakit gözetmeksizin evlere gelmeyin, ev sahibi rahatsız olur, bunu söylemekten çekinir, ev sahibinin eşinden bir şey isteyeceğiniz zaman perde arkasından isteyin, bu daha uygun olur, diyor ve ev sahibinin davranışlarının nasıl olması gerektiğini anlatıyor. Bunu peygamberle ilgili olan “hükmünü yitirmiş” denilen her âyette görüyoruz. Bu sebeple ayetlerin bulunması gayet normaldir. 


76. Peygambere soru sormak için sadaka vermek emrediliyor. (Mücadele: 12)

Mücadele 12-13 ayetlerinde “sadaka” diyor “ücret” değil. Eğer peygamber sadaka alacak olsa, buna ücret denir. Sadaka ise ancak tevbe 60. yette bahsedildiği üzere fakirlere, yoksullara, yolculara, çalışanlara, kalpleri ısınacak olanlara, borçlu kimselere veriliyor. 

Bu ayetin amacı, gereksiz detay sorma hastalığına son vermektir. Bu sebeple sadaka verilmesi emir ediliyor. Aynı zamanda inananların samimiyetini doğrulamak için bu emir veriliyor. 
Zaten 13. yette veremeyen kişilere bir sorumluluk olmadığını ve Allah'ın affetmiş olduğunu bildiriyor. 

77. Cennetin genişliği ayetlerde farklı anlatılıyor. (Hadid: 21), (Ali İmran: 133)

Kur'an'da, birden fazla cennet olduğu bahsedilir. Adn, Firdevs, naim gibi birçok cennet olduğu çeşitli ayetlerde anlatılır (98: 7-8, 26: 85, 18: 107) Bu sebeple iki âyette aynı cennet anlatılmıyor. 
Ancak aynı cennet olduğunu farz etsek yine sorun çıkmıyor. Sebebiyse, genişlik Hadid 21. yette “gök ve yer [سماء والأرض] gibi” Al-imran 133. yette ise “gökler ve yer [السماوات والأرض]” diyerek, gök-gökler [sema-semâvat] kelimeleri her ne kadar farklı olarak kullanılsa da, gök [sema] kelimesi tekil olmasına rağmen çoğul yerine, yani semâvat yerine kullanılabiliyor (müfredat : سما) bu sebeple her iki âyette aynı genişliği söylemiş oluyor

78. Dünya kainattan daha önce yaratıldı diyor. (Fussilet: 9-12)
Ayetlere değinmeden önce, kısaca şuna değinelim;
➡ Ayetteki “summe” kelimesine “sonra” manası verilir, ancak kur'an “ba'de” kelimesiyle “sonra” manasını verir. “Summe” kelimesi daha çok “aynı zamanda” mânâsına gelir. Örnekleri vereyim;
Enam 11 "yeryüzünde gezin summe yalanlayan kimselerin akıbeti nasıl olmuş? Bakın" 
Mesela bu ayette "önce dolaşın, ondan sonra görün" manasında Değil, "dolaşın bu esnada/aynı zamanda görün" manasındadır. Burada summe (ثم) "aynı zamanda" mânâsına gelmiştir.
Hud 3 "istiğfar edin, summe Efendinize tevbe edin" 
Halbuki istiğfar ve tevbe ayrı şeyler değil, istiğfar, hatadan dolayı af istemek; Tevbe ise hatadan dönüş demektir. Tevbe etmeden istiğfar edilmez. İkisi bir arada yapılır. 
Alimran 59 "Allah onu topraktan yarattı, summe 'ol' dedi, oluştu"
Halbuki ol demesi ile oluşum meydana geliyor. Yani topraktan yaratmasından önce "ol" demiştir. Bu emir, topraktan yaratma esnasında devam eder. 

➡ Ayetlerde geçen “sema” kelimesi gezegen yerine kullanılmaktadır. Sema kelimesi, yerden yukarıda olan her şey için kullanılır. Yağmura, buluta bile yerden yukarıda olması sebebiyle “sema (gök)” denilmiştir. (müfredat: سما) “Gök anlamına gelen "sema" kelimesi müzekker ve müennes olarak gelir ve şekillerinde çoğulları yapılır. el-Accac der ki:"Onu rüzgarlar ve gökler (yani: yağmurlar) sarar"
Üst tarafta bulunup da seni gölgelendiren her şeye "sema" denilir. O bakımdan (Arapçada) evin tavanına "sema" denilmiştir. Aynı şekilde "sema" yağmur anlamında da kullanılır; çünkü yağmur semadan (yukarıdan) gelir. Hassan b. Sabit der ki:
"Hashâs oğullarının bazı toprakları var ki kurudur
Oraları topraklar ve sema gizleyip örter."

Bir başka şair de şöyle demişir:
"Sema (yağmur) bir kavmin arzına yağdı mı İsterse onlar kızsınlar biz orada otlatırız."
Çamur ve ota da "sema" ismi verilir. Mesela: "Sizin yanınıza gelene kadar semayı çiğneyip durduk" denirken kastettikleri otları ve çamurları çiğneyip durdukları şekildedir. Yine yüksekte kaldığı için atın sırtına da "sema" ismi verilir. Şair der ki:
"Atlas gibi kırmızı semasına gelince Hep ıslaktır. Arzı ise kuru mu kuru.."
Üstte kalan şeye "sema", aşağıda kalan şeye de "arz" denildiği önceden de açıklanmıştır (kurtubi, bakara 19. Ayet) 

Şimdi bu bilgiler ışığında “sema” kelimesi ile ne kasıt edildiğine bakalım;

Fussilet 9. Ayette yerin iki günde(evrede¹) yaratıldığı, 10. Ayette dört günde(evrede) gıdaların takdir edildiği ve yerde sabitler oluştuğu anlatılır. 

11. Ayette ise, bu olaylar olurken summe/aynı zamanda DUMAN (gaz) HALİNDE OLAN semaya planını uyguladığı², yazar. Devamında yani, 12'de, yedi sema olarak tamamladığı³ yazmaktadır. 

¹: “gün =yevm(يوم)”kelimesi eski sözlüklerde "dönem, çağ, evre" anlamında kullanılır. Bunu kur'an ayetleri ile de anlayabiliriz ;
Kur'an'ın pek çok ayetinde "kıyamet GÜNÜ (يوم القيامة)" ifadesi geçer (örnek :2/85)

Bu ayetlerde "gün" kelimesinin "dönem, zaman, evre" manasında olduğunu anlıyoruz. Çünkü kıyametin 24 saatlik bir zaman diliminden oluşmadığını biliyoruz.

Ayrıca bir diğer delil de Kur'an'a göre zaman görecelidir.
Bunu şu ayetlerden anlayabiliriz ;
Mearic 4 "süresi 50.000 yıl olan 1 günde ona yükselir"
Hac 47 "Allah katında 1 gün sizin saydığınız 1000 yıl gibidir”

²: ayette (استوا) kelimesi kullanılır ve bu kelimenin manası budur. (müfredat: سوا) 

³: ayetteki (قضا) kelimesi, hüküm etmek/tamamlamak mânâsına gelir. (müfredat) 


Sema, bu ayetlerde gezegenler manasındadır. Bilimsel açıdan uyumlu olup olmadığını kontrol edelim;

Gezegenler, merkezde oluşan Güneş’in çevresinde artakalan gaz ve tozdan meydana geldi. Bu toz ve gaz bulutu, başlangıçta Güneş’in çevresinde dönen, bir disk biçimini aldı.İlkel Güneş Sistemi’nde, toz parçaları bir araya gelerek “kondrül” denen küçük göktaşlarını oluşturdular. Kondrüller birbirleriyle ve çevrelerindeki toz parçalarıyla birleşerek “kondrit” denen göktaşlarını oluşturdu. Günümüzdeki göktaşlarının büyük bölümü de kondritlerdir. Kondritler birleşerek son aşamada “gezegencik” denen ilkel gezegenlere dönüştüler. Gezegencikler oluştuğunda artık ortada fazla gaz ve toz kalmamıştı. (kaynak: gezegenler gen.tr: gezegenlerin oluşumu) 

Gezegenler gazdan (dumandan) oluşmaktadır. Tabi bu oluşum hemen bir anda olup bitmiş bir şey değildir. Dünya oluşum esnasında iken, diğer gezegenler de oluşum aşamasında idi. Fussilet 9-12 ayetlerinde anlatıldığı üzere, dünyada gıdalar oluşurken ve yaratılış devam ederken aynı esnada gezegenler dumandan oluşuyordu, yedi sema olarak oluşumu tamamlandı. 


Ayetin atmosferden bahsettiğini düşünelim. Yine bilimle tamamen uyum içinde. Atmosferin oluşumu hakkında bilgi almak gerekiyor;

Dünyanın ikinci ve daha yoğun atmosferi dünyanın iç 
kısımlarındaki erimiş kayalardan volkanik aktiviteler 
yoluyla yüzeye çıkan gazlar tarafından oluşturulmuştur. 
Volkanların o zamanlarda çıkardığı gazların bileşimi ile 
bugünkü bileşiminin aynı olduğu varsayılmaktadır. Bu 
gazlar %80 su buharı (H2O), %10 karbondioksit (CO2)ve yüzde bir kaç azottur (N).
Aradan geçen milyonlarca yıl içerisinde, dünyanın 
sıcak iç kısmından dışarıya doğru fışkıran gazlar, bulut 
oluşumuna izin verecek kadar zengin bir su buharı 
içeriğinin oluşmasını sağladı. Binlerce yıl yeryüzüne 
düşen yağmurlar akarsuları, gölleri ve okyanusları 
oluşturdu. Bu periyot boyunca önemli miktarda CO2
okyanuslarda çözündü. CO2’nin diğer önemli bir kısmı 
da karbonatlı tortul kayaçlar (kireçtaşı, CaCO3) 
içerisine hapsedildi. Su buharının önemli bir kısmının 
yoğunlaşması ve CO2’nin azalması sonucu atmosfer 
azot bakımından daha zengin bir hale geldi. 

(...) 
Günümüz atmosferinde azottan sonra en bol 
bulunan oksijenin (O2) bugünkü düzeyine ulaşması 
oldukça yavaş gelişen bir sürecin sonunda 
gerçekleşmiştir. Bu süreçte su buharı güneşten 
gelen yüksek enerjili ışınlar tarafından hidrojen ve 
oksijene ayrılmıştır (fotodissosiyasyon). Bunlardan 
oksijen dünya atmosferinde kalırken, daha hafif bir 
gaz olan hidrojen uzaya kaçmıştır ( H’nin günümüz 
atmosferindeki hacimsel oranı % 0.0006 kadardır).

 (Dr melik kara, yerküre ve atmosferin oluşumu,) 

Üstteki gibi Pek çok kaynakta da atmosferin buhar, duman, gaz halinde olduğu ve dünyanın oluşumu esnasında oluştuğunu belirtiyor. 

"79. Rüzgar olmasa gemiler durur diyor. (Şura: 33)"muş! 

Şura 32-33 “denizde akıp gidenler¹… Dilerse O, rüzgârı² durdurur da onun (denizin) üstünde durgunlaşırlar³. 
Geminin Arapçası "sefinet سفينة" ve "fuluk فلك" olarak geçer.

Örnek ayetler ;
Rum 46".. وَلِتَجْرِيَ الْفُلْكُ بِاَمْرِه۪... "[onun Emriyle akıp giden GEMİLER (fuluk فلك) ..].
Kehf 79.Ayet: اَمَّا السَّف۪ينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ [GEMİ (sefinet سفينة) denizde çalışan yoksulların...]


Ayetin arapça metnine bakabilirsiniz hiçbir yerinde gemi manasında olan " sefinet سفينة" veya "fuluk فلك" geçmez.

Mealler kendi anladıkları kadarıyla buraya parantez içinde "gemi" ifadesini ekliyorlar.

¹: “akıp gidenler” manasında (تجري) fiili kullanılıyor. Bu fiil, “nehirler akan cennetler” ayetinde de kullanılır. 
Halbuki denizde dağlar gibi akıp gidenler ve rüzgara bağlı olanlar dalgalardır.

²: ayetteki (ريح) kelimesine genelde “rüzgar” diye yorum yapılmış. Ancak bu kelime “kuvvet, güç, enerji” mânâsına da gelir. (müfredat :روح) Örneğin enfal 46. yette aynı kelime açıkça “kuvvet” manasındadır.

³: Ayette "ravekid رواكد" rkd kökünden gelen kelimenin anlamı "durgunlaştı /dindi" anlamına gelmektedir.
Örneğin: ركد الماء والريح. [rüzgar ve yağmur durgunlaştı /dindi (rkd ركد)] demektir.

Zaten mantıksal açıdan 
O dönemde kürek vardı. Birisi çıkıp "ey Muhammed rüzgar olmazsa kürek var." diyemez miydi? 
Her açıdan baktığımız zaman sonuç olarak şuna ulaşıyoruz;
Ya âyette kasıt edilen şey dalgalar; ya da anladığımız şekilde bir geminin durması değil, insanların güçlerini kaybedip gemilerin hareketsiz kalacağını mecaz bir yolla anlatıyor. 



80. Boşanma konusunda kadını 3 kez boşayıp başkasıyla evlendirip boşarsan tekrar sana helaldir gibi garip bir mantığa sahip. (Bakara: 230)

Olayın mantığını anlamadığımız sürece, garip gelmeye devam edecektir. 

Malumdur ki, İslamda, Boşanmada kadının beklemesi gereken bir süre vardır. (bakara 226-229) fakat şöyle bir sıkıntı var ki, ilgili ayetler gereğince erkek eşine dönüş yaptığı anda bu süre bozuluyor ve tekrar boşanma olursa, kadının aynı süreyi tekrar beklemesi gerekecek. Kadına zarar vermek isteyen bir erkek, bugün dönüş yapar, bir ay sonra tekrar boşanabilir. Bunu hep yaparak kadını ne evli ne bekar gibi bir konumda tutup ona bir çeşit eziyet edebilir. 

İslam buna engel olmak için böyle bir hüküm vermiştir. 

81. Göklerle yer bitişikken onları ayırdığını iddia ediyor. (Enbiya: 30) 


“gökler ve yer” ifadesi, bir “bütün evren” manasında kullanılır. Örneğin şu ayetlere bakalım;

24/35 "Allah 'göklerin ve yerin' nûrudur.."
2/116 "... göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur.."
7/54 "... Gökleri ve yeri altı evrede yaratan... "
(örnekler çoğaltılabilir)
Bu deyimin kullanıldığı ayetlere baktığımızda "gökler ve yer" deyiminin "bütün evren" manasında olduğunu görebiliriz.
 Bu durumda ayeti
➡ "bütün evren birbiri ile bitişik iken ayırdık" şeklinde anlayabiliriz. 
Big bangin ilk anında bütün madde, her şey birbiri ile bitişik iken patlama ile ayrılıyor. Tam tarif

82. Diğer kitaplar gibi varlığına kanıt olmayan Nuh'un gemisi efsanesini anlatıyor. (Muminun: 27), (Hud: 37-38-42-44), (Araf: 64), (Yunus: 73), (Şuara: 119), (Ankebut: 15-65)

Tarihte varlığı anlatıldığı halde, varlığına dair arkeolojik bir kanıt olmayan pek çok şey vardır. 

Örneğin Nuh tufanı, benzer olarak gılgamış destanı diye geçer.. Ki bu destanı anlatan tabletlere bile tamamen ulaşamıyor iken, çok daha önceden olmuş bir olayın kalıntısı nasıl bulunabilir? Bu konuyla ilgili olacak tek kanıt, ilgili metinlerde geçen tarihi bilgilerdir. Birçok kaynakta, aynı olayın farklı isimler ve farklı olaylar ile anlatıldığı görülür.

Tarihte yazılmış en eski destan olan gılgamış destanı :“.... Tanrılar bir tufan ile insanları yok etme kararı alırlar. Ancak Utnapiştim, Tanrı Ea’nın uyarısı üzerine ailesini, çeşitli zenaat erbabını, hayvan ve bitki türlerini içine alacak yedi bölümden oluşan bir gemi inşa eder…. “

Manu olayı :
“.... Tanrı Vishnu dünyadaki tüm insanları doğru yoldan çıktıkları için yok edeceğini ancak Manu’nun kurtulacağını, bunun için de bir gemi yapıp o gemiye bitki ve hayvanlardan numune almasını ve bir de halat almasını emreder….” 
(kaynak: Wikipedia) 
Kuran ve tevratta anlatılan bu olayın, benzerinin başka kaynaklarda geçmesi, bu olayı tarihsel olarak kanıtlar. 

 Kuran şunları söyler;

Ala 18-19 “şüphesiz bu öncekilerin suhuflarında da vardır” 
Bakara 4 “onlar sana inene de senden önce indirilenlere de inanırlar” 
Nahl 36 “biz her topluma ‘Allahtan başkasına kulluk etmeyin tâğuttan kaçının’ diye elçi gönderdik” 
Bakara 
136- "biz ona Teslim olanlar olarak, Allah'a ve bize [topluca] indirilene inandık. Efendilerinden İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakuba ve Torunlarına [topluca] indirilene inandık . Musa'ya İsa'ya verilene inandık. [Efendilerinden] peygamberlere ne verildi ise inandık, onlardan hiçbirinin arasında ayrım yapmayız³." deyin.

Her topluma elçi ve sayfalar gönderilmiş olduğuna göre, kuran'da anlatılan olayların benzerini eski kaynaklarda görmemiz gerekir. Bundan dolayı benzerlik, bu kaynakların temelinin vahye dayandığını gösterir

83. Mekke'de ayetler barışçılken Medine'de Muhammed güçlenince vahşi ayetler geliyor. (Kafirun: 6), (Tevbe: 29) 

Medine döneminde, peygamberin güçlü olduğu dönemde inmiş ayetlere örnekler;

Mümtehine 8 “Allah sizi dini uğrunda öldürmeyen ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz” 

Enfal 61 “onlar barışa yanaşırlarsa, sende barışa yanaş” 

Bu ayetler Medine döneminde inmiş olarak ateistlerin bu iddiasını çürütüyor. 🙂 İslamda savaş ve barış, şartlara göredir; güce göre değildir! 
Hac 39"zulme uğradıkları için savaşa müsade edildi” bu ayet İslamdaki savaşın mantığını özetliyor. Savaş sadece savunma amaçlıdır ;
Bakara 190 “size savaş açanlara karşı savaşın haddi aşmayın” 

84. Muhammed'in "sapık" olmadığını savunan ayet var. (Araf: 61)

Araf 61.Ayet: قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ ب۪ي ضَلَالَةٌ وَلٰكِنّ۪ي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
[“Ey kavmim, ben yanlış bir yolda değilim, fakat alemlerin Efendisinden (gelen) bir elçiyim] 

Ayetteki “delaletun=ضلالة” kelimesi “sapıklık” diye meal edilmiş, ancak sapıklık, dilimizde “ahlaksızlık” manasında yaygındır. Ancak âyette bu manada değildir. 
Bu kelime, kuranda genellikle hidayetin/doğru yolun karşıtı olarak kullanılmaktadır. 

Yani âyette “Muhammed sapık değil” yazmıyor “Muhammed yoldan çıkmış değil” yazıyor. 

85. Gece ve gündüz bilimsellikten çok uzak anlatılıyor.

Gece ve gündüz gayet normal anlatılıyor. “oruç gecesi,”, “kırk gece söz vermiştik”, “geceleyin sizi vefat ettiren”, “geceyi dinlenme VAKTİ kıldık” gibi ayetlerde normal zaman dilimi olarak anlatılıyor. Tabi olayın bir de mucizevi yönü mevcuttur ;

Gece ve gündüz ifadesi, bütün olarak dünyayı kasıt ediyor. Tıpkı “gökler ve yer” diyerek bütün evreni kasıt ettiği; “doğu ve batı tarafları” diyerek bütün yönleri kasıt ettiği gibi. Bununla ilgili birkaç örnek verelim;
“göklerde ve yerde ne varsa hepsi ona itaat eder” “gökleri ve yeri yaratan” “yerde ve gökte hiçbir şey ona gizli kalmaz” örneğin bu ayetlerde hep “bütün evren” manasında kullanılıyor. Mesela “gökler ve yer harici olanlar Allah'a ait değil, Allah'a gizli kalır, Allah'a itaat etmez” diyemeyiz. 

Benzeri olarak “doğu ve batı taraflarına çevirmek, iyilik değildir” ayetini “kuzey ve güney taraflarına çevirmek iyiliktir” olarak anlayamayız. Çünkü doğu ve batı, her taraf manasında kullanılıyor. 

Şimdi bu bilgiler ışığında, şu Ayete bakalım;
Enbiya 33 “geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı yaratandır. Onların¹ her biri, yörüngede yüzer.” 

arapçada çoğul en az üç olduğu için burada güneş ve ay ile birlikte, dünyaya da atıf olmuştur. Malumdur ki, dünyanın, güneşin ve Ay'ın her biri bir yöne doğru yüzer

86. Mikail'in meteorolojiden sorumlu olduğu söyleniyor ama trilyonlarca gezegen var.

Bunu kur'an söylemiyor. Kur'an'da meleklerin çeşitli rolleri anlatılır. Ancak meteorolojiden sorumlu olduğunu söyleyen bir ifade yoktur. 

87. Tatlı suda mercan ve inci yetişebileceği anlatılıyor. (Rahman: 19-22)

Rahman 19-22 ayetlerinde “tatlı su” ifadesi geçmez. Parantez içinde mealler ekler


88. Tevrat'tan alıntılar yapılırken hata yapılmış, Zebur kitap zannediliyor. (Kuran/Maide: 45 - Tevrat/Mısırdan çıkış: 21:23.25), (Kuran/Enbiya: 105 – Tevrat/Mezmurlar: 37:29), (Kuran/Araf: 40 – İncil/ Matta 19:24–Markos 10:25–Luka 18:25), (Kuran/Ali İmran: 93 – Tevrat/Yaratılış Bölümü 32:22.31), (Kuran/Hicr: 9 – Tevrat/Yeşaya: 40/8 – İncil/Matta: 5-18) 
Arapçada, “kitap” [كتاب] “yazılan” demektir. Yani üzerine iki kelime yazılmış bir sayfaya bile “kitap” deniyor. (lisanul Arab : كتب maddesi, Ayrıca Mufradat : كتب) zebur, yahudiler tarafından “Tanah” denilen, Hristiyanlar tarafından da “eski anlaşma” kabul edilen edilen kutsal kitapta yazılı bir bölümdür. Arapçada, Yazılı herhangi bir sayfaya bile “kitap” denilir. Bu yüzden, ayetin kutsal metne aykırı bir tarafı yoktur, geçersiz bir iddiadır. 

Ayrıca, “kitap” derken, kitabın hükümleri de kasıt edilir. Mesela, kur'an ilk indiği zamanlarda kitap halinde değilken “sana kitabı indirdik” ayetleri görülür. Halbuki burada kasıt, kur'an mushafı değil, hükümlerin kendisidir. 

Ayriyeten sayılan kitabı mukaddes ayetleri ile kuran ayetleri arasında hiçbir çelişki yoktur. 


89. Cennet sadece erkeklere özgü bir harem gibi anlatılıyor.

Alimran 195: “Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah; karşılığın güzeli O´nun katındadır.”

Nahl suresi 97: “erkek veya kadın, kim mümin olarak iyi iş işlerse, elbette ona hoş bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.”

Ahzab Suresi, 35: Şüphesiz, Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, gönülden (Allah’a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah’a) itaat eden kadınlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah’tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah’tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çokça zikreden erkekler ve (Allah’ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır.

Ahzab Suresi, 73: Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azaplandıracak; mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Hadid Suresi, 12: O gün, mü’min erkekler ile mü’min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. “Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir.” İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur.



Kur'an'ın hitap şeklinin lokal olduğunu daha önceden de belirtmiştim. Kur'an'da, bazı ayetlerde lokal örnekler vererek, “altlarından ırmaklar akan cennetler, bahçeler, meyveler, altın gümüş” vaad edilir. Halbuki bunlar ilk muhatabı için sadece bir örnektir. Cennet, bununla sınırlı değildir. 

İddiaya gelince;
 Bilimveyaratilisagaci.com sitesinden alıntı bir açıklama bırakıyorum;
Ayrıca onları, iri gözlü hurilerle de evlendirmişizdir. (Dühan Suresi -54)

Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak. Onları, iri gözlü hurilerle evlendirmişizdir. (Tur Suresi -20)

Çadırlara kapanmış huriler. (Rahman Suresi -72)

Kur’an’da geçen huri sadece erkeklere değil, kadınlara da verilecek olan cennet hizmetçileridir tıpkı vildan ve gılman gibi… Zıddına bir söz ve yönlendirme olmadıkça Kur’ân’ın bütün âyetleri erkekler gibi kadınları da içine alır. Hûrilerin takva sahiplerine eş edilmesini konu alan üç âyette (Duhan 54. Tur 20, Rahman 72) de aksine sözlü bir belirteç olmadığından Hurilerin erkekler gibi kadınlara da eş edilecekleri anlaşılır. Kadınlara eş edilecek Hûriler cinsel partner değil, özel hizmetçi olacakları açıktır. Cehennemde nasıl azap melekleri varsa; cennette de hizmet melekleri vardır. Ayrıca cennet nimetleri açısından kadın erkek arasında fark yoktur (bkz: Al-i İmran 195; Nahl 97; Tevbe 72; Nisa 124; Ahzab 35). Hurilerin güzel olduğu belirtilse de Dünya’dakine benzer bir cinsellikleri olacağı kimsenin bilemeyeceği bir konudur. Çünkü Allah’ın kitabında böyle bir bilgi verilmemiştir. Huri’nin erkeklerin hoşuna gittiği açıktır. Allah’ta hoşlarına gitsin ve Cennet için gayret etsinler diye bildirmiştir. Ama bunun yanında kadınların hoşuna gidecek Cennet tasvirlerine de yer vermiştir. Örneğin:

Üstlerinde zarif ve yeşil, kalın ipekten bir elbise vardır. Gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara temiz bir içecek içirmiştir. (İNSAN/21)

Onlara Adn cennetleri vardır. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bilezikler ve incilerle süsleneceklerdir. Orada elbiseleri de ipektir. (FATIR/33)

Gümüş, altın bilezikler, inciler ve ipek elbiseler erkeklerin değil kadınların ilgi alanına giren konulardır.

Yine de bunlar Cennet’ten sadece birer örnek olup çölde bir kum tanesi bile değildir.

Onlar için altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. (Zuhruf 71)

90. Allah'ın bazı insanlara hidayet vermediği ve onları yakacağı söyleniyor.
Allah kimi hidayete iletir? ;

 "Kuşkusuz Allah kendisine yöneleni de hidayete erdirir."
(13:27)

Allah kimi hidayete iletmez?

 "Bilgisizce insanları saptırmak için Allah´a karşı yalan uydurandan kim daha zalimdir! Şüphesiz Allah o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez."
(6:144)

Allah kimi saptırır?

"Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları saptıracak değildir."
(9:115)

"Allah fasıklardan başkasını SAPTIRMAZ"
(2:26)

" Onlar yoldan sapınca Allah da onların kalplerini saptırdı"
(61:5)
Görüldüğü üzere Allah keyfiyetine göre değil, insanların yaptıkları sebebiyle, hidayet veriyor veya yoldan saptırıyor.
Son olarak da;
İnsan suresi 3. Ayet “biz insana yolu gösterdik ister şükreder ister nankör olur”
91. Göğün yere düşmemesi için tutulduğu yazıyor. (Hacc: 65)


Bilimsel açıdan da sorunu yoktur. Kur'an ne anlatıyor? 
➡Gök ve yer bitişik iken birbirinden ayrıldı (Enbiya 30) 
➡Gök genişliyor (zariyat 47) 
➡Gök tutulmuyor olsaydı, düşerdi/içine çöker, eski durumuna (bitişik haline /Enbiya 30) dönerdi. 

Evrende “karanlık enerji” denilen verilen bir enerji türü vardır evrenin genişleme hızını arttırır. (TÜBİTAK) eğer bu enerji olmasaydı, evren çekim gücü yüzünden içine çöker, ilk durumuna (baştaki gibi tek noktaya) dönerdi. 
Yani karanlık enerji, göğü (uzayı) tutuyor. yette de göğün tutulmuş olduğu söylenir. 

Hac 65 “göğü (uzayı) yere düşer/çöker diye tutuyor” 
1400 yıl öncesinden, çöldeki bir insana bu olay ancak bu şekilde anlatılabilir. 

Üstteki kendi görüşüm, ancak farklı bir görüş olarak Bilimveyaratilisagaci.com sitesinden alınan bir yazı bırakıyorum;

 bunun gökyüzü olduğunu farz edelim;

“Yeryüzü bilimcilerine göre, yer kabuğu sadece katı materyalleri (6 ila 70 km) değil aynı zamanda hidrosferi (denizler, yerüstü ve yer altı suları) ve atmosferi de kapsamaktadır. Çünkü atmosfer de bu kabuktan oluşmuştur üzerinde asılı durmaktadır ve kabukla bağlantısını koparmamıştır. Sürekli etkileşim halindedirler. Kısacası atmosfere yer kabuğunun uçucu bileşenleri olarak bakarlar [1]

Bilim insanlarına göre ilk atmosfer volkan bacalarından çıkan metan ve amonyak ve karbondioksit gazlarıyla oluşmaya başladı. Yani ilk atmosfer Dünya’mız üzerinde tam bir duman perdesi idi. Daha sonraki devirlerde bitkilerin fotosentez yapmasıyla birlikte karbondioksit seviyesi düşüp oksijen seviyesi yükselmeye başladı ve atmosfer bugünkü halini aldı. [2]Şekil 1: Volkan bacalarına bir örnek. Yeryüzünün ilk hali bu dumanlardan dolayı görünmeyecek seviyedeydi.

Atmosferin Dünyamız üzerinde yükselmesi gazların uçuculuğundan dolayıdır. Gazların uçup uzaya dağılmaması ise Dünya’nın yerçekimi etkisinden dolayıdır. Hidrojen gibi hafif gazlar yerçekiminden daha kolay kurtulduğu için atmosferi oksijen gibi daha ağır gazlara terk ederler, bu ise yaşamın devamlılığını sağlar. Peki, Dünya’nın yerçekimi daha fazla olsaydı ne olurdu? Cevap: Gazlar yer kabuğundan ayrılamazdı ve şu an olduğundan çok daha ince bir atmosfer olurdu veya atmosfer hiç oluşamazdı, yerkabuğu ile birleşik olurdu. Mars’ın atmosferinin olmamasının sebeplerinden biri de ağır kütle çekimidir. İnce tabakalı oluşan son atmosferi de milyarlarca yıl önce bir güneş fırtınasında savrulup uzaya uçmuştur.

Bu ön bilgiler ışığında şu ayetlerin harikalığına bir bakalım:

“Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmekten korur.” Hacc 65

Atmosferin yerin üzerine düşmemesinin nedeni Dünya’nın hafif kütle çekimi etkisi olduğunu söylemiştik. Yani daha ağır olsaydı atmosfer yer üzerine çökmüş olacaktı. Peki, 1450 sene önceki bir kitabın bugünün bilimine tıpatıp uymasını ve hiçbir bilimsel çelişki barındırmamasını ne ile izah edebilirsiniz? İnsanların dehası ile mi, yoksa o kitapta konuşanın âlemleri yaratan ile aynı olduğu gerçeği ile mi?

Devam edelim, şu ayete bakın:

“İnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” Enbiya 30

Burada da, bilimin tıpatıp söylediği gibi göklerin ve yerin başlangıçta bitişik olduğu sonradan ayrıldığı söyleniyor.

Buyurun bakalım ne ile izah edeceksiniz? Devam edelim;

Dünya’da bulunan kütle çekimi gücünün etkisinden dolayı Dünya (ve diğer gezegenler) küremsi şekle sahiptir. Dünya’nın ve diğer gezegenlerin başka şekil almaları mümkün değildir. Yani bir gezegen bir yıldızdan koptuğunda eğri büğrü bir şekli varsa da zamanla ister istemez küremsi veya geoit olacaktır. İstese de istemese de şekli buna dönüşecektir. Yine atmosfer Dünya’nın kütle çekiminden dolayı istese de istemese de orada asılı kalacaktır. Çünkü fizik sabitleri hassas bir şekilde bu sonucu verecek şekilde ayarlanmıştır. Ne atmosferin uçuculuğu yerden kopmasını sağlayabilir, ne de yer kendine tamamen çekip onun oluşumunu engelleyebilir. Çok hassas ayarlarla atmosfer Dünya üzerinde asılı kalmıştır. 
Peki şu ayete bakalım:

Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, “İsteyerek geldik” dediler. Fussilet 11

Daha önceden ilk atmosferimizin duman halinde olduğunu söylemiştik. Sonra fizik ve kimya sabitlerinin etkisi ile Dünya kaçınılmaz hali olan bu halini almıştır. Yani burada üç harika gerçek var. Birincisi atmosferin ilk halinin duman olduğunun bildirilmesi, ikincisi ise “isteyerek veya istemeyerek” derken fizik sabitlerinin evreni oluşturan gücünü göstermesi. Üçüncüsü göklerin ve yerin sonradan bu hale döndüğünü belirtmesi. Buradaki isteyerek veya istemeyerek kelimesinin başka derin anlamları da var. Bunları da insanlık ileride mutlaka öğrenecek ve şaşıracaktır.

Bütün bu harika ayetleri ne ile açıklayacaksınız. Buyurun hadi bakalım. Kuran meydan okuyor. Şimdi bize on tane çok garip gelecek bilimsel teoriler söyleyin, söylediklerinizle şaşırtın bizi ve 1450 sene sonraki teknoloji ile anlayalım ki söylediklerinizin hepsi doğruymuş. İşte Kuran’ın nasıl bir meydan okuma yaptığını şimdi anlayabildiniz mi?

“Yoksa “onu (Kur’an’ı) uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Allah’tan başka gücünüzün yettiklerini de (yardıma) çağırıp, siz de onun gibi uydurma on sûre getirin.” Eğer size (bu konuda) cevap veremedilerse, bilin ki o (Kur’an) ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Artık müslüman oluyor musunuz?” Hud 13-14

( Bilimveyaratilisagaci.com sitesinden alıntıdır.) 

92. Nisa 11-12 ayetlerinde matematik hesap hatası yapılıyor.


Bu iki ayetteki matematik hatası iddiasına cevap vermeden evvel, şuna değinmek istiyorum;

 popüler olan ama eksik bilgi vardır ki: hz. Ömer, zamanında bu hatayı (!) fark etmiş ve bunu düzeltmek adına avliye yöntemini geliştirmiştir. Bu yöntemle, kur'an'ın verdiği oran harici bir oranla, bu hata (!) yok oluyormuş.
Bunu söyleyen kişilerin, bilmediği nokta ise; halife Ömer, bunu söylediği zaman, herkes bunu kabul etmemiştir. Ibni Abbas karşı çıkmıştır. Ibni Abbas'ın, peygamberden "Allah'ım, onu dinde fakih yap" diye dua aldığını da belirtmek isterim.

Öncelikle ayeti iyice anlayalım;

Nisa 11. Ayet;

"Erkeğe, iki kızın misli vardır"
Kız 1/3 erkek 2/3. Bu sadece çocuklar için geçerli. 

 "Eğer, [iki veya] ikiden fazla kız idiyse, mirastan üçte ikisi onlarındır." 
Kızlar iki veya ikiden fazla olduğu zaman, kızlar 2/3, erkek 1/3 alıyor. 

"Eğer, bir tek kız idiyse, yarısı onundur."
Tek kız ise, 1/2 kıza ait 

"Eğer onun [ölünün] bir çocuğu varsa, mirastan ne kaldı ise, ondan ana-babasının da, o ikisinin her birinin altıda bir (payı) vardır."
Anne ve baba 2/6 alıyor, geriye kalan çocuklara gidiyor. 

"Eğer, hiç bir çocuğu yoksa, onun ana-babası ona mirasçı oluyorsa, o halde annesine [mirastan kalan paydan] üçte bir vardır."
Anne 1/3, baba 2/3 

"Eğer onun kardeşleri varsa, o halde [mirastan kalan paydan] annesine altıda bir vardır."
Ölenin kardeşleri varsa, anne 1/6, 

Nisa 12. Ayet;

"Eğer, eşinizin [kadınların] hiç bir çocuğu yoksa, eşinizin bıraktığının yarısı sizindir." 
Çocuk yoksa, erkek 1/2 alır. 

"Eğer, bir çocuğu varsa, ne bıraktılar ise, ondan dörtte biri sizindir." 
Çocuk varsa, erkek 1/4 alır. 

"Eğer hiç bir çocuğunuz olmadıysa, ne bırakmış iseniz, ondan dörtte biri onlarındır."
Çocuk yoksa, kadın 1/4 alır. 

"Eğer bir çocuğunuz var idiyse, ne bırakmış iseniz, ondan sekizde biri onlarındır."
Çocuk varsa, kadın 1/8 alır. 

Öncelikle ıbni Abbas'ın görüşüne bakalım;
Bir rivayete göre;
“Eğer, (Ömer) Allah’ın öncelikli yaptıklarını öncelikli yapsaydı, sonraya bıraktıklarını sonraya bıraksaydı avliyye olmazdı. İbn Abbâs’a ‘Allah kimi öncelikli kıldı, kimi sonraya bıraktı?’ diye soruldu. O da, ‘Hisseleri bir hisseden başka bir hisseye değişen anne, karı ve koca gibi mirasçıları öncelikli kıldı. Hisseleri bir hisseden terekenin kalanını almak şeklinde değişen kız kardeşlerle kız çocukları sonraya bıraktı.’ dedi.” “Hisseler avletmez, karı, koca, anne ve babanın hisseleri eksilmez, erkek çocuklarla kız çocukların, erkek kardeşlerle kız kardeşlerin hisselerinde eksiklik olur.” dediği söylenir. (kaynaklar için, Süleymaniye vakfı sitesinin "avliye meselesi" başlıklı yazısını okuyunuz)



Şimdi popüler hata iddiasına bakalım;
“bir adam öldü ve geride üç kız evlat, bir ana, bir baba ve eşini bıraktı.. yukarıdaki ayetlere göre miras paylaşımı şöyle olacaktır:üç kız evlada mirasın 2/3'ü, ana ve babanın her birine 1/6, karısına 1/8 kalacaktır.

bu durumu, matematiksel olarak hesaplarsak:

(2/3)+(1/6)+(1/6)+(1/8 )= 27/24 = 1,125 bulunur! (halbuki 1,0 olması gerekirdi!..)

bu sonuç kur'an'da verilen oranların hatalı olduğunu göstermektedir. çünkü mirasın %112,5 u mirasçılara dağıtılamaz. böyle %100'ün üstünde bir dağıtım yapmak imkansızdır.”


Bu iddiaya dikkat ederseniz, iki farklı durumu, aynı duruma katıp matematik hatası çıkarmaya çalışıyorlar. ;

Aynı örnek üzerinden gidelim;

 48.000 TL üzerinden örnek verelim

Öncelik, eş alır:

Eş: 1/8 = 6.000 (Nisa 12 "çocuğunuz var idiyse, ne bırakmış iseniz, ondan sekizde biri onlarındır")

Anne: 1/6 = 8.000, baba : 1/6 = 8.000 toplamda 16.000 (Nisa 11 "Eğer onun [ölünün] bir çocuğu varsa, mirastan ne kaldı ise, ondan ana-babasının da, o ikisinin her birinin altıda bir (payı) vardır.")

 kızlar : kalan mirası alır. ( Nisa 11. Ayette verilen hükme göre anne ve babanın hisseleri belirtiliyor. Arta kalan miras ise çocuklara gidiyor. Ayette ayriyeten çocukların hükmünü vermeye gerek kalmıyor)

Görüleceği üzere, ayette bir problem yoktur. Paylaşımda sıralama öncelikle eşin ve ana-babanın payını alması, ardından da kalanın çocuklar arasında paylaşılması şeklindedir. 
Peki bu sırayı ayetin neresinden anlıyoruz? 
Hissesi bir hisseden başka bir hisseye değişen anne ve Eş öncelikli olarak alıyor. Nisa 11-12 ayetlerini okuduğunuz zaman bunu göreceksiniz. Çocuklar ise hep kalanı aldıkları için sonraya bırakılmalıdır. Mesela şuna dikkat edelim; "Eğer onun [ölünün] bir çocuğu varsa, mirastan ne kaldı ise, ondan ana-babasının da, o ikisinin her birinin altıda bir (payı) vardır." yani ⅙ ama-baba alınca, haliyle arta kalanı çocuklara gidiyor. 


93. Güneşin sıradan bir yıldız olduğu bilinmiyor.

İddianın mantıksız oluşuna, mantıksız bir örnek dahi bulamadım! Çünkü bir şeyi, bir sınıfa dahil edenler biziz. 

Kurandaki herhangi bir ayetten, güneşin yıldızdan ayrı veya yıldız kategorisine dahil bir şey olduğu sonucu çıkmaz. O dönem insanları için, güneş ayrı, ay ayrı, yıldızlar ayrı olduğu için, kuran ayrı ayrı her birinden bahseder. Buradan güneşin yıldız olduğunu bilmiyor sonucu çıkmaz. Çünkü kuran “yıldızlar ayrı güneş ayrı bir kategori” demiyor. Anti tez olarak sunulacak Araf 54. yette “... Güneş, ay ve yıldızlar….” ifadesi verilebilir. Mesela burada güneş ve Ay'ın, yıldızlardan ayrı sayılması sebebiyle, ilk bakışta kuranın ayrı kategorilere koyduğunu düşünebilirsiniz. Ancak diğer ayetlere bakılırsa, bunun bir tez olmayacağını görebilirsiniz. Örneğin bakara 98. yette “.. Allah'a, Meleklerine, resullerine, Cebrail'e ve Mikaile düşman olursa…” Cebrail ve Mikail'in özel bir konumda olması sebebiyle, melek oldukları halde ayrı zikir edilmiştir. Halbuki onlar da melek, fakat konumu sebebiyle ayrıca zikir ediliyor. Güneş ile ilgili Ayette, güneşin yıldızdan ayrı zikir edilmesi güneşin yıldızlardan olmadığını göstermez. Onun diğer yıldızlara göre, dünya için daha özel bir konumu olduğunu gösterir. Ayrıca kuranın hitap ŞEKLİ lokal olması sebebiyle, o dönem insanlarında güneş ayrı bir konumda idi. Bu sebeple ayrı zikir edilmiş olabilir. 

94. Bilimselliğe ters olarak her şey insan için yaratıldı mantığı var
Kur'an'da bütün evrenin ve her şeyin SADECE insan için yaratıldığına dair bir ayet yoktur. Aksine her şey her canlı için yaratılmıştır. Bu evrenin amacı insan ile sınırlı değildir. Evrenin başka bölgelerinde bilinçli canlılar olabilir.
Bu düşünce Kur'an'a zıt değildir.

Rad 15 "Göklerde ve yerde bulunanlar da sadece Allah için secde (itaat) ederler"

Meale pek yansımıyor olsa da Ayette " مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ /men fissemevat [göklerde bulunanlar]" kısmındaki "men من" ifadesi bilinçli varlıklar için de kullanılır.
Göklerde (uzayda) bulunanların da yerdekiler (dünyadakiler) gibi canlı varlıklar olduğu sonucu çıkar. 

95. Cinlerden bahsediyor, varlıklarına dair hiçbir bilimsel delil yok.

Cin (جن) sözlükte “gizlenen” demektir. (müfredat : جن) bu varlıklar metafizik olduğu için, varlıklarının bilimsel bir kanıtı olmaz. 
Fakat bu varlıklara inanmak, dogmatik (körü körüne inanışçı) olmak değildir. Başta evrenin sistematik yapısına bakarak bir yaratıcının varlığına kanıta dayalı bir şekilde iman ediyoruz, kuranın 1400 yıl öncesinden kozmoloji doğa ve yaratılış hakkında o kadar çok konuşup bulunduğu çağın yüzlerce yanlış bilgisine rağmen günümüz bilimine zıt herhangi bir ayeti olmayan aksine isabetli ve bağdaşabilen ayetleri olan bir kitap olarak bize mucize sunuyor oluşunu baz alarak kuranın, bu yaratıcıya ait olduğuna kanıta dayalı bir şekilde iman ediyoruz. Cinlere de, kurana iman ettiğimiz için inanıyoruz. Kurana inancımız başta kanıta dayalı olduğu için, Cinlere olan inancımız da bizi dogmatik yapmıyor. 

96. Allah bazı ayetlerde pazarlık yapıyor.

Bir örnek vereyim;
Yetişkin bir insan, çocuğuna, iyilik yapması karşılığında ona hediyeler alacağını söyler. Örneğin “oyuncağını arkadaşına verirsen, sana ileride çok daha güzel bir oyuncak alırım” dediğini düşünün. Eğer, bu iddiayı yazan ateistin mantığıyla bakacak olursak, bu yetişkin insan için “pazarlık yapıyor” deriz. Ancak normal bir mantıkla bakacak olursak, “çocuğunu iyiliğe, ödüllerle teşvik ediyor” deriz. 

Şimdi örnek bir ayete bakalım;
Tevbe 111- Allah, inananların canlarını ve mallarını, cennet karşılığında satın aldı. 

Üstte verdiğim örneği düşünerek bakın bu ayetlere;
Bir pazarlık mı? Yoksa Allah'ın iyiliğe teşvik ettiğini mi görüyorsunuz? Allah, inananları canlarını cennet karşılığında satın almış - ki, Allah yolunda canını harcamak sadece savaşmak değildir. Her bir gayret, canını Allah yolunda harcamak demektir. Savaşı ise, kendini savunmak ve mazlumları korumaktır (bakara 190, Nisa 75)- ve mallarını da cennet karşılığında satın almıştır. -ki, Allah yolunda yapılan harcama, fakir, yoksul, yetim gibi insanlara yapılıyor- burada bir pazarlık değil, aksine bir teşvik görünüyor. Sanki Allah, iyilik uğruna malını ve canını ortaya koyan kişileri tacir, kendisini bir müşteriye benzetiyor. 

Bakara 245 “Kim Allah’a güzel bir ödünç verirse, Allah ona kat kat fazlasını verir. Daraltan da Allah’tır, genişleten de. Zaten O’nun huzuruna çıkarılacaksınız” 

Üstteki açıklamaya binaen; bu Ayette Allah, fakir insanlara harcama yapmayı kendisine bir ödünç vermeye benzetiyor. Burada bir pazarlık değil, teşvik görülüyor..  

97. Hırsızlık haram ama savaşta ele geçirilenlerin yağmalanması helal. (Maide: 38), (Nisa: 24)

Daha önceki maddelerde Nisa 24. Ayeti izah etmiştim, ancak kısaca tekrar açıklayayım;
Nisa 24 “yeminlerinizin sahip oldukları müstesna, tüm evli kadınlar size (evlilik maksadıyla) haram edildi” 
Nisa 22. Ayetten itibaren evliliğin yasak olduğu kadınlar anlatılır. 24. yette de evli kadınlarla evliliğin yasak olduğu, ancak “yeminlerinizin sahip oldukları” denilen kadınlarla evliliğin yasak olmadığını belirtir. “yeminlerinizin sahip oldukları” dediği kişiler, ya cariyeler, ya da Mümtehine 10. yette bahsedilen muhacir kadınlardır (bkz : Ebu-s su'd ilgili ayet tefsirinde mevcuttur) her ne olursa olsun, bu kadınlarla evlilik yapılıyor. Evlilik iki tarafın rızasıyla olur. Zorla olmaz. Nur 33. yette “kızları, taşkınlığa zorlamayın” der. Bu ayet evliliğin zorla olmayacağına delildir. 

Meallerde parantez içinde “harp esiri olarak” ifadesi yazılıyor, bu şekilde böyle bir yanılgı ortaya çıkıyor. Halbuki bu ayet hakkında, üstte belirttiğim gibi mülteci kadınlar olduğu da söylenmiştir. 
Sonuç : Maide 38 hırsızlığı yasaklayan bir ayet, Nisa 24, “yağmalama” değil, evlilik hükmünü anlatan bir ayet
.
98. Nisa 23 ensesti yasaklıyor, Ahzab 50 sadece peygambere izin veriyor.

“Ensest, bir kişinin annesi, babası, kardeşi, büyük annesi, büyük babası, amcası, dayısı, halası, teyzesi, torunları ile olan cinsel ilişkisidir” 

Nisa 23. Ayet: ensesti yasaklar, ahzab 50. Ayet ensest'e izin vermez, ahzab 50. yette peygambere kuzenleri ile evliliği serbest yapar. Kuzenler, ensest veya Nisa 23. yette sayılan kişiler arasına girmez. Zaten ahzab 50. yette sayılan kişiler, Nisa 23. yette yasak edilmediği için, müminlere de helâldir. 

Sonuç: yine boş bir iddia.

99. Kuran'da "AŞK" kelimesi hiç geçmiyor.

Aşkı, Türkçede “çok sevmek, aşırı sevgi” manasında kullanıyoruz. Kur'an'da bu sevgi pek çok Ayette geçer;

Onlardan, iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: “Hristiyanlarız” diyenleri bulursun. ” (Maide Suresi, 82)

Hz. Muhammed’in merhameti, müminlere olan sevgisi ve düşkünlüğü, Müslümanlar için çok güzel bir örnek oluşturur. Allah Kuran’da Hz. Muhammed’in bu üstün ahlakından şöyle bahseder:

Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, müminlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir. (Tevbe Suresi, 128)

Kuran’da Hz. Yahya için Allah, ”Katımız’dan ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takva sahibi biriydi.” (Meryem Suresi, 13) der. Sevgi duyarlılığı ve temizlik mümin alametidir.

Güzel Söz, İyilik, Sabır ve Merhamet Sevgiye Vesile Olur

İslam’ın güzel ahlakını tüm insanlara tebliğe niyet eden birinin, o ahlakı üzerinde barındırıyor olması gerekir. Zira en güzel tebliğ örnek olmaktır. ”İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.” (Fussilet Suresi, 34) Ayetten de anlaşıldığı gibi kötülüğü en güzel şekilde uzaklaştırmak, iyiliği esas almak, düşmanın olan kişi ile aranda sevgi oluşturacak bir sonuca vesile olur.


Eşler arasındaki sevgi;
Rum 21 "eşleriniz ile aranıza SEVGİ ve merhamet vermesi onun delillerindendir"

İnananların, Allah'a olan sevgisi;
Bakara 165 "inananların, Allah'a olan sevgisi daha güçlüdür"

Allah'ın, sevgisi;

”İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır.” (Meryem Suresi, 96)

“Allah, adil olanları sever.”(Mümtehine Suresi, 8)

“Allah arınanları sever.” (Tevbe Suresi, 108)

“Allah, sakınan kimseleri sever.” (Tevbe Suresi, 7)

“Allah, iyilik yapanları sever.” (Maide Suresi, 93)

“Allah, adaletle hüküm yürütenleri sever.” (Maide Suresi, 42)

“Allah, tevekkül edenleri sever.” (Ali İmran Suresi, 159)

“Allah, sabredenleri sever”. (Ali İmran Suresi, 146)

“Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.” (Bakara Suresi, 222)

“Allah da sakınanları sever. “(Ali İmran Suresi, 76)

10 Nisan 2019 tarihinde yazıldı. Okuyup 
Hubeyb Öndeş  

Pdf linki: https://docdro.id/aqpIGCe